19 Mayıs 2019 Pazar

19 Mayıs 2019

100. yıl...

Mustafa Kemal Atatürk, 16 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul'dan kalkan Bandırma Vapuru ile 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun'a çıkmıştır. Türk Kurtuluş Savaşı'nın ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna kadar giden sürecin başladığı tarih 19 Mayıs 1919'dur. 

19 Mayıs 2019...

100 yıl içerisinde yaşananlarla ilgili değerlendirme yapılabilmesi için, Nutuk'u okurken altını çizdiğim önemli kısımlar bu yazıda yer almaktadır. Bu altını çizdiğim kısımlar, gelecek için de rehber olacaktır... 

Nutuk'tan... 


"1919 senesi, Mayısın 19. günü Samsun'a çıktım.*

Genel durum ve görünüm:


Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, ağır şartları olan bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Dünya Savaşı'nın uzun yılları boyunca ulus yorgun ve fakir bir durumda. Ulusu ve ülkeyi Dünya Savaşı'na sokanlar, kendi hayatlarının derdine düşerek, ülkeden kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnızca tahtını güvenceye alabileceği alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükümet zavallı, beceriksiz, onursuz ve korkak; yalnızca padişahın buyruğuna bağlı ve onunla beraber kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma razı.


Ordunun elinden silahları, cephanesi alınmış ve alınmakta...


İtilaf devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer bahaneyle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana ili, Fransızlar; Urfa, Maraş ve Antep, İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askeri birlikleri; Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta, yabancı subay ve görevlilerle özel ajanlar çalışmakta. Sonuçta, konuşmamıza başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da İtilaf devletlerinin onayıyla Yunan ordusu İzmir'e çıkartılıyor.


Bundan başka, ülkenin her tarafında Hristiyanlar gizli, açık, özel istek ve amaçlarının gerçekleşmesini sağlamak ve devletin bir an önce çökmesi için çalışıyorlar. 


Daha sonra elde edilen sağlam bilgi ve belgelerle görüldü ki, İstanbul Rum Patrikhanesi'nde kurulan Mavri Mira heyeti illerde çeteler kurmak ve yönetmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla uğraşıyor. Yunan Kızılhaçı ve Resmi Muhacirin Komisyonu, Mavri Mira heyetinin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli. Mavri Mira heyeti tarafından yönetilen Rum okullarının izci örgütleri, yirmi yaşını geçmiş gençler de içinde olmak üzere, her yerde kuruluşunu tamamlıyor.


Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavri Mira heyetiyle fikir birliği içinde çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor.


Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde oluşturulmuş ve İstanbul'daki merkeze bağlı Pontus Cemiyeti kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor. 


...


Burada, çok önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Ulus ve ordu, padişah ve halifenin ihanetinden haberli olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı, yüzyılların kökleştirdiği dinsel ve geleneksel bağlarla içten gelerek boyun eğmekte ve sadık. Ulus ve ordu bir yandan kurtuluş yolu düşünürken bir yandan da yüzyıllardır süregelen bu alışkanlığın güdüsüyle kendinden önce, yüce hilafet ve saltanat makamının kurtarılmasını ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavramak yeteneğinde değil... Bu inanca karşıt fikir ve görüş ortaya koyacakların vay haline! Derhal dinsiz, vatansız, hain ve dışlanmış kişi olur... 


...


O halde ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi?


Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak! 


İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.


Bu kararın dayandığı en güçlü düşünce ve mantık şuydu: 


Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ilke ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık dünyası karşısında uşak olmak konumundan daha yüksek bir muameleye layık olamaz. 


Yabancı bir devletin koruma ve kollayıcılığını kabul etmek, insanlıktan yoksunluğu, güçsüzlük ve uyuşukluğu kabul etmekten başka bir şey değildir. Gerçekten bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, başlarına isteyerek bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.


Oysa, Türk'ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!..


O halde, ya istiklal ya ölüm!


İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır.


Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını kabul edelim! Ne olacaktı? Tutsaklık! 


Peki efendim, diğer kararlara boyun eğildiğinde sonuç bunun aynısı olmayacak mıydı?


Şu farkla ki, bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onuru ve yüceliğinin gereği olan bütün özveriyi yapmakla teselli bulur ve hiç kuşkusuz tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, onursuz bir ulusa göre dost ve düşman gözündeki yeri bambaşka olur.


Sonra Osmanlı hanedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, elbette, Türk ulusuna karşı en büyük kötülüğü yapmaktı. Çünkü ulus her türlü özveriyi göstererek bağımsızlığını sağlasa da, saltanat devam ettiği sürece, bu bağımsızlığa kazanılmış gözüyle bakılamazdı. Artık vatanla, ulusla hiçbir vicdan ve düşünce bağı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve ulusun bağımsızlığının, onurunun koruyucusu konumunda bulundurulmasına nasıl göz yumulabilirdi?


Halifeliğin durumuna gelince, bilim ve tekniğin aydınlığa boğduğu gerçek uygarlık dünyasında gülünç kabul edilmekten başka bir yanı kalmış mıydı?


...


Türk ata yurduna ve Türk'ün bağımsızlığına saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün ulusça silahla karşı koymak ve onlarla savaşmak gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklerini, zorunluluklarını ilk gününde açığa vurup ifade etmek, elbette yerinde olamazdı.


Uygulamayı birtakım evrelere ayırmak; olaylardan, olayların akışından yararlanarak ulusun duygu ve düşüncelerini hazırlamak; basamak basamak ilerleyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. 


Nitekim öyle olmuştur. Eğer dokuz yıllık faaliyetimiz ve yaptıklarımız bir mantık dizisiyle gözden geçirilirse, ilk günden bugüne kadar izlediğimiz genel doğrultunun, ilk kararın çizdiği yoldan ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.


...


Başarı için pratik ve güvenli yol, her evreyi zamanı geldikçe, uygulamaktı. Ulusun gelişmesi ve yükselmesi için kurtuluş yolu buydu.


...


Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse, diyebilirim ki, ben ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir "Ulusal Sır" gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım. 


...


Efendiler, tarih itiraz edilemez bir şekilde kanıtlamıştır ki, büyük davalarda başarı için sarsılmaz bir yetenek ve güce sahip bir önderin varlığı gereklidir.

...

İnsaf ve merhamet dilenmekle ulus işleri, devlet işleri görülemez; ulusun, devletin onur ve bağımsızlığı korunamaz... 

İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir ilke yoktur. Türk ulusu, Türkiye'nin gelecekteki çocukları, bunu bir an akıllarından çıkarmamalıdırlar.

...

Efendiler, bilirsiniz ki, hayat demek, mücadele ve çarpışma demektir. Hayatta başarı, mutlaka mücadelede başarıyla mümkündür. Bu da, manevi ve maddi kuvvete, güce dayanır bir durumdur. Bir de, insanların uğraştığı bütün sorunlar, karşılaştığı bütün tehlikeler, elde ettiği başarılar, toplumsal, genel bir mücadelenin dalgaları içinden doğagelmiştir. Doğu uluslarının Batı uluslarına saldırısı, tarihin belli başlı bir evresidir. Doğu ulusları arasında, Türklerin başta geldiği ve en kuvvetli olduğu bilinmektedir. Gerçekten Türkler, İslamiyet'ten önce ve sonra Avrupa içerisine girmişler, saldırılar ve istilalar yapmışlardır. Batı'ya saldırılar, yayılmalar yapmışlardır. Batı'ya saldıran ve İspanya'da Fransa sınırlarına kadar yayılan Araplar da vardır. Fakat efendiler, her saldırıya karşı sürekli karşı saldırı düşünmek gerekir. Karşı saldırı olasılığını düşünmeden ve ona karşı güvenilir önlem bulmadan hareket edenlerin sonu, yenilmek ve bozguna uğramaktır, yok olmaktır. 


Batı'nın Araplara karşı saldırısı, Endülüs'te acı ve ders verici bir tarihi yıkımla başladı. Fakat orada bitmedi. Kovalama, Kuzey Afrika'ya kadar devam etti.


Attila'nın, Fransa ve Batı Roma topraklarına kadar yayılmış olan imparatorluğunu hatırladıktan sonra, bakışlarımızı Selçuklu Devleti'nin yıkıntısı üzerinde kurulan Osmanlı Devleti'nin, İstanbul'da Doğu Roma İmparatorluğu'nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere kadar çevirelim. Osmanlı padişahları içinde, Almanya'yı, Batı Roma'yı ele geçirip buralara yayılarak büyük bir imparatorluk kurmak girişiminde bulunmuş olanlar vardı. Yine bu padişahlardan biri, bütün İslam dünyasını bir merkeze bağlayarak yönlendirmeyi ve yönetmeyi düşündü. Bu amaçla Suriye'yi, Mısır'ı ele geçirdi. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da, hem Avrupa'yı ele geçirmek, hem İslam dünyasını egemenliği ve yönetimi altına almak amacını izledi. Batı'nın sürekli karşı saldırısı, İslam dünyasının hoşnutsuzluğu ve ayaklanması ve böyle dünyayı ele geçirme düşünce ve isteklerinin aynı sınır içine aldığı çeşitli unsurların geçimsizlikleri, sonuçta benzerleri gibi Osmanlı İmparatorluğu'nu da tarihin bağrına gömdü.


Efendiler, dış siyasetin en çok ilgilendiği ve dayandığı konu, devletin iç örgütüdür. Dış siyasetin iç örgüte uygun olması gerekir. Batı'da ve Doğu'da başka başka yaratılış, kültür ve isteklere sahip birbirinden farklı zıt unsurları içinde toplayan bir devletin iç örgütü, elbette temelsiz ve çürük olur. O halde dış siyaseti de esaslı ve sağlam olamaz. Böyle bir devletin iç örgütü özellikle ulusallıktan uzak olduğu gibi, siyasi görüşü de ulusal olamaz. Buna göre Osmanlı Devleti'nin siyaseti ulusal değil, fakat belirsiz ve kararsız idi. 


Çeşitli ulusları ortak ve genel bir ad altında toplamak ve bu çeşitli unsur topluluklarını aynı haklar ve koşullar altında tutarak güçlü bir devlet oluşturmak, parlak ve çekici bir siyasi görüştür; fakat aldatıcıdır. Hatta, hiçbir sınır tanımayarak, dünyadaki bütün Türkleri de bir devlet halinde birleştirmek, elde edilmesi olanaksız bir hedeftir. Bu, yüzyılların, yüzyıllar boyunca yaşamakta olan insanların çok acı, çok kanlı olaylarla ortaya koyduğu bir gerçektir. 


Panislamizm, Panturanizm siyasetinin başarıya ulaştığı ve dünyada uygulanabildiği, tarihte görülmemiştir. Irk ayrımı yapmaksızın, tüm insanlığı kapsayan güçlü bir devlet oluşturma tutkularının sonuçları da tarihte yazılıdır. Yayılmacı olma hevesleri konumuzun dışındadır. İnsanlara her türlü duygularını ve özel bağlarını unutturup, onları tam bir kardeşlik ve eşitlik çerçevesinde birleştirerek, insani bir devlet kurmak teorisi de kendine özgü koşullara sahiptir. 


Bizim açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasi görüş, "Ulusal Siyaset"tir. Dünyanın bugünkü genel şartları ve yüzyılların akıllarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük yanlış olamaz. Tarihin söylediği budur; bilimin, aklın, mantığın söylediği böyledir.


Ulusumuzun güçlü, mutlu ve tutarlı yaşayabilmesi için, devletin tamamen ulusal bir siyaset izlemesi ve bu siyasetin, iç örgütümüze tamamen uygun olması ve bu temele dayanması gerekir. Ulusal siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve içerik şudur: Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak varlığımızı korumakla ulusun ve ülkenin gerçek mutluluğuna ve refahına çalışmak... Genel olarak ulusu geniş emeller peşinde oyalamamak ve onu zarara uğratmamak... Uygar dünyadan, uygar, insanca davranış ve karşılıklı dostluk beklemektir.


Efendiler, Meclis'e önerdiğim önemli bir konu da, hükümetin kurulması sorunuydu. Bu sorunun ve buna ilişkin öneride bulunmanın, o dönem için ne kadar nazik bir durum olduğunu kabul edersiniz.


Gerçek, Osmanlı saltanatının ve hilafetin çökmüş ve ortadan kalkmış olduğunu düşünerek yeni ilkelere dayalı, yeni bir devlet kurmaktan ibaretti. Fakat durumu olduğu gibi açıklamak, amacın büsbütün kaybedilmesine yol açabilirdi. Çünkü halkın düşünce ve eğilimleri, henüz padişah ve halifenin özürlü durumda bulunduğu merkezindeydi. Hatta Meclis'te, ilk anda hilafet ve saltanat makamıyla ilişki kurmak ve İstanbul hükümetiyle uzlaşma aramak akımı baş göstermişti.


İstanbul koşullarının halife ve padişah ile, ne açık ve ne de özel ve gizli bir görüşmeye uygun olduğunu anlatmaya çalıştım. Böyle bir görüşmeyle ne anlamak istediğimizi sordum ve "Ulusun, bağımsızlığını kazanmak ve vatanın bütünlüğünü sağlamak için çalıştığını haber vermek için ise, buna gerek yoktur. Çünkü padişah ve halife olan kişinin de bundan başka bir şey düşünmesine ve istemesine imkan var mıdır? Bunun aksini ağzından işitsem inanmam, mutlaka bunun zorlama ve baskı altında söyletildiğini kabul ederim." dedim. Bize karşı çıkarılmış olan fetvanın uydurma olduğunu ve İstanbul hükümetinin emir ve bildirilerinin yoruma muhtaç olduğunu söyleyerek, bazı zayıf kalpli ve yargılama becerisi zayıf insanların göstermek istedikleri gecikmeye gerek görmediğimizi açıkladım.


Şunu sunmak istiyorum ki; hükümetin kurulmasıyla ilgili öneride bulunmadan önce, duygu ve düşünceleri göz önünde bulundurmak zorunluluğu vardı. Bu zorunluluğa uymakla birlikte, amacı saklı tutan önerimi bir önerge halinde sundum. Kısa bir tartışmayla ve bazı karşı çıkışlara rağmen kabul edildi.


Bu önergeyi bugün gözden geçirecek olursak, orada esaslı ilkelerin belirlenmiş ve anlatılmış olduğunu görürüz.


Bu ilkeleri, izin verirseniz, burada birer birer belirterek sayacağım:


1. Hükümet kurulması zorunludur.

2. Geçici olarak bir hükümet başkanı tanımak veya bir padişah vekili ortaya çıkarmak uygun değildir.
3. Meclis'te yoğunlaşan ulusal iradenin, doğrudan doğruya vatanın mukadderatına el koyduğunu kabul etmek temel ilkedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir güç yoktur.
4. Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.

Meclis'ten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı, bu kurulun da başkanıdır.


Efendiler, bu ilkelere dayalı olan bir hükümetin niteliği kolaylıkla anlaşılabilir. Böyle bir hükümet, ulusal egemenlik temeline dayanan halk hükümetidir; Cumhuriyet'tir. 


...


Saygıdeğer efendiler, çok iyi bilirsiniz ki, sultanlarla, halifelerle yönetilmiş ve yönetilen ülkelerde vatan için, ulus için en büyük tehlike, sultanların ve halifelerin düşmanlar tarafından satın alınmalarıdır. Bu, çoğu kez kolaylıkla yapılabilmiştir. Meclislerle yönetilen ülkelerde de, en tehlikeli yön, bazı milletvekillerinin yabancılar adına ve hesabına çalınmış ve satın alınmış olmalarıdır. Millet Meclislerine kadar girme yolunu bulabilen vatansızlara rastlanabileceğine, tarihin bu konudaki örnekleriyle inanmak zorunludur. Bunun için ulus, kendi vekillerini seçerken çok dikkatli ve kıskanç olmalıdır. Ulusun hata yapmaktan korunması için tek sağlıklı yol, düşünce ve çalışmalarıyla ulusun güvenini kazanmış siyasi bir partinin seçimde ulusa yol göstermesidir. Genel olarak ulus bireylerinin, adaylıklarını ortaya atan her kişi hakkında karar vermeye yardımcı olacak sağlam bilgilere ve doğru görüşe sahip bulunacağını kabul etmek, teorik olarak varsayılsa bile, gerçeğin böyle olmadığı, deneyimlerin deneyleriyle ve yadsınamayacak bir açıklıkla ortaya çıkmıştır.

...

Efendiler, bu fırsatla saygıdeğer ulusuma şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki asıl özü çok iyi analiz etmek dikkatinden bir an geri kalmasın! 

...

Efendiler, maddi ve özellikle manevi çöküş, korkuyla... güçsüzlükle başar. Güçsüz ve korkak insanlar, herhangi bir yıkım karşısında ulusun da uyuşukluğa düşmesine ve çekingen bir duruma gelmesine sebep olurlar. Güçsüzlük ve kararsızlıkta o kadar ileri giderler ki, adeta kendi kendilerini aşağılarlar. Derler ki, "Biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza imkan yoktur. Biz kayıtsız şartsız, varlığımızı bir yabancıya bırakalım." 

Türkiye'yi, böyle yanlış yollarda yok oluş ve çöküşe sürükleyenlerin elinden kurtarmak gerekir. Bunun için, bulunmuş bir gerçek vardır, ona uyacağız. O gerçek şudur: Türkiye'nin düşünen kafalarını yepyeni bir inançla donatmak... Bütün ulusa taptaze bir manevi güç vermek... 

...

Biz her araçtan, yalnız ve ancak bir bakış açısından yararlanırız. O bakış açısı şudur: Türk ulusunu, uygar dünyada hak ettiği yere yükseltmek ve Türk Cumhuriyeti'ni sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün daha çok güçlendirmek... ve bunun için de zorbalık düşüncesini öldürmek...

Saygıdeğer efendiler, sizi günlerce alıkoyan uzun ve ayrıntılı konuşmam, en sonunda, geçmişte kalmış bir dönemin hikayesidir. Bunda, ulusum için ve gelecekteki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktalar belirtebilmiş isem, kendimi mutlu sayacağım. 

Efendiler, bu konuşmamla, ulusal hayatı bitmiş sanılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. 

Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan bu yana çekilen ulusal felaketlerden doğan uyanışın ve bu sevgili vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. 

Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.  




Ey Türk gençliği!

Birinci görevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti'ni sonsuza kadar korumak ve savunmaktır.


Varlığının ve geleceğinin tek temeli budur. Bu temel, senin en değerli hazinendir. Gelecekte de, seni bu hazineden yoksun bırakmak isteyecek iç ve dış düşmanların olacaktır. Bir gün, bağımsızlık ve cumhuriyeti savunma zorunluluğuna düşersen, göreve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanak ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanak ve koşullar çok elverişsiz bir nitelikte görünebilir. Bağımsızlık ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmemiş bir zaferin temsilcisi olabilirler. Zorla ve aldatmacayla sevgili vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve ülkenin her köşesi fiili olarak ele geçirilmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acıklı ve daha korkunç olmak üzere, ülkenin içinde iktidara sahip olanlar aymazlık ve sapkınlık ve hatta hainlik içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, kişisel çıkarlarını istilacıların siyasi emelleriyle birleştirebilirler. Ulus, yoksulluk ve sıkıntı içinde yorgun ve bitkin düşmüş olabilir. 


Ey Türk geleceğinin evladı! İşte, bu durum ve koşullar içinde bile görevin, Türk bağımsızlık ve cumhuriyetini kurtarmaktır!


Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!"


Mustafa Kemal Atatürk 





Kaynak: Nutuk

10 Kasım 2018 Cumartesi

Mustafa Kemal Atatürk

Mustafa Kemal Atatürk (19 Mayıs 1881 / Selanik - 10 Kasım 1938 / İstanbul).

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanı, Türk Ordusu Mareşali, Türk Kurtuluş Savaşı'nın askeri ve siyasi lideri... 


Mustafa Kemal Atatürk

1) 1881 - 1904 Yılları
2) 1905 - 1918 Yılları
3) 1919 - 1938 Yılları

1) 1881 - 1904 Yılları 


Selanik'te Koca Kasım Paşa Mahallesi Muhtar Sokak No:38'de bulunan ve günümüzde müze olan üç katlı bir evde dünyaya gelmiştir. Samsun'a çıktığı 19 Mayıs tarihini doğum günü kabul etmiştir. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Fatma, Ömer, Ahmet, Naciye ve Makbule adlı beş kardeşinin ilk dördü küçük yaşta hayatını kaybetmiştir. Makbule (Atadan) Hanım ise 18 Ocak 1956 tarihinde vefat etmiştir. Atatürk'ün hem baba hem de anne tarafından soyu, Balkanların fethinden sonra buraların Türkleştirilmesi için Anadolu'dan göç ettirilen Türk boylarındandır.*

Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik’te doğduğu ev

Eğitim hayatına mahalle mektebinde başladı. Kısa bir süre sonra, yeni yöntemlerle seküler bir eğitim yapan Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Mustafa'nın hangi okula gideceği konusunda annesi ile babası arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Annesi Mustafa'nın Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebine gitmesini istiyor, babası ise o dönemde yeni yöntemlerle eğitim yapan seküler Şemsi Efendi Mektebi'nde okumasını istiyordu. En sonunda önce mahalle mektebine başlayan Mustafa, birkaç gün sonra Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Atatürk, okul seçimindeki bu kararı için hayatı boyunca babasına minnettarlık duymuştur. Babası Ali Rıza Efendi'nin vefat etmesi sebebiyle, bir süre dayısının yanında kalıp çiftlik işleriyle uğraştıktan sonra eğitim hayatının devam etmesi amacıyla Selanik'e dönüp okulunu bitirdi. Daha sonra bürokrat yetiştiren bir okul olan Selanik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Ancak muhitindeki askeri öğrencilerin üniformalarından etkilenerek 1893 yılında Selanik Askeri Rüştiyesi'ne girdi. Bu okulda matematik öğretmeni Yüzbaşı Üsküplü Mustafa Sabri Bey, ona anlamı olgunluk, mükemmelik olan "Kemal" adını verdi. 

Mustafa Kemal, Askeri Rüştiye'yi bitirirken lise eğitimine İstanbul'da Kuleli Askeri Lisesi'nde devam etmek istiyordu. Fakat ona ağabeylik yapan Selanikli subay Hasan Bey'in tavsiyesine uyarak Manastır Askeri Lisesi'ne kaydoldu. Manastır'daki sınıf arkadaşları arasında Üsküp, İşkodra, Yanya ve Manastır gibi şehirlerden gelen öğrenciler vardı. Bu ortam içinde çeşitli karakter, mizaç ve seviyede genç insanlarla tanışmak, anlaşmak ve onlara kendini kabul ettirmek hususunda Mustafa Kemal'in üstün vasıflarının burada da büyük bir rol oynadığı şüphesizdir. Manastır Askeri Lisesi'nde Mustafa Kemal, matematikte çok başarılı olmuş, Fransızca da ise istediği seviyeye gelememiştir. Kendi hatıralarında bunu şöyle anlatmıştır: 


"Askeri Ortaokulu ikmal ettiğim zaman, merakım epeyce ileri gitmişti. Manastır Askeri Lisesi'nde matematik pek kolay geldi. Bununla meşgul olmaya devam ettim. Fakat Fransızcada geri idim. Muallim benimle çok meşgul olmuyor, acı ihtarlarda bulunuyordu." 


Mustafa Kemal'in dönemin vatan ve hürriyet şairi Namık Kemal ile Türkçü şairi Mehmet Emin Yurdakul'un şiirleri ile tanışmasında Ömer Naci'nin etkili olduğu bilinmektedir. Lisede, Namık Kemal'i tanımak, duymak, onun gizlice elden ele dolaşan vatan şiirlerini bulmak ve okumak işini Ömer Naci sağlamıştır. Atatürk sonradan 14 Eylül 1931'de yaptığı bir konuşmada Mehmet Emin Yurdakul ile ilgili şunları söylemiştir: 


"Şair Mehmet Emin Yurdakul'un ilk kez Manastır Askeri Lisesi'nde öğrenciyken okuduğum 'Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur.' dizeleriyle başlayan manzumesinde bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum." 


Tarih öğretmeni Mehmet Tevfik (Bilge) Bey'in de etkisiyle, Fransız İhtilali'nin temel ilkelerinden biri olan "hürriyet" kavramı ile de burada tanışmıştır. Mehmet Tevfik Bey, o dönemin tarihçilik anlayışından uzak, Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış ve öğrencilerine dersini sevdirerek, esaslı tarih bilinci ve kültürü veren bir öğretmendi. Atatürk, Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış bulunan hocasından daima saygı ile söz etmiştir. Onun için "Tevfik Bey'e minnet borcum vardır. Bana yeni bir ufuk açtı." demiştir. Atatürk'ün derin tarih bilgisi ve bilincinin oluşmasında, Mehmet Tevfik Bey'in önemli katkısı olmuştur. 


1898 yılı Aralık ayının ortalarından, 1899 yılının Mart ayı ortalarına kadar Selanik'te tatilini geçiren Mustafa Kemal, İstanbul Pangaltı'daki Harbiye Okulu'nda yüksek öğrenimine devam etmek için Selanik'ten vapura binmiş ve İstanbul'a, payitahta hareket etmiştir. Birikimi ile yeni bir hayata atılacağı, kişiliği ve düşüncelerinin daha da olgunlaşacağı Harp Okulu'na girişi 13 Mart 1899 tarihidir. Apolet numarası 1283'tür. 


Mustafa Kemal'in Harbiye'deki arkadaşları öncelikle Manastır Lisesi'nden gelenler olmuştur. Bunların arasında, Ahmet Tevfik ilk sırayı almaktadır. Çocukluk arkadaşı, ortaokul ve lisede de birlikte okuduğu Mustafa Nuri (Conker), Lütfi Müfit (Özdeş), Ali Fuat (Cebesoy), Arif (Ayıcı), Hayri (Tırnovacık), Kazım (Karabekir), Ömer Naci, İsmail Hakkı (Pars), Kazım (İnanç), Kazım (Özalp), Ali Fethi (Okyar) onu takip eden arkadaşlarıydı. Bunlardan bazıları kendi devresi, bazıları da kendisinden önceki veya sonraki devrenin öğrencileriydi.


Harbiyeli Mustafa Kemal Atatürk okul arkadaşları ile birlikte

Mustafa Kemal'in Harp Okulu'ndaki öğretmenleri arasında, onun kişiliğini etkileyen ve onu hayata hazırlayan çok değerli öğretmenleri bulunmaktaydı. Ali Fuat Cebesoy şunları anlatmıştır: 

"Hocalarımızdan memnunduk. Mustafa Kemal en ziyade Yüzbaşı Naci Bey'i sayar ve severdi. Hatırımda yanlış kalmadıysa Manastır'dan tanışıyorlardı. Bu saygı ölünceye kadar devam etti. Çok yıllar önce Naci Paşa kolordu kumandanıyken bir münasebetle Atatürk'ü ziyaret etmişti. Ben de oradaydım. Kendisine çok itibar etti. 'Buyurunuz hocam...' diye yer gösterdi ve sonra bana döndü: 'Naci Paşa Hazretlerinin, ikimizin üzerinde de emeği vardır.' dedi." 


Okul arkadaşlarının anlattıklarından Harbiyeli Mustafa Kemal'in, bu dönemde hem Fransızcasını geliştirdiği hem de memleket meseleleri üzerindeki düşüncelerinin daha da olgunlaştığı görülmektedir. Onun nasıl bir öğrenci olduğunu ve ileriye dönük hangi düşüncelere sahip olduğunu göstermek için Harbiye öğrenciliği ile ilgili bazı anılara göz atmak gerekir. 


En samimi arkadaşlarından Lütfi Müfit (Özdeş)'e göre Harbiyeli Mustafa Kemal: 


"Daha o zaman mektepte iken şuursuz, düşüncesiz kötü bir idareye karşı vicdan ve ruhundan fışkıran inkılapçı düşünceleri bilhassa kayda değerdir. Mustafa Kemal, şuursuz idareden o derece ıstırap duymuştu ki daha mektepte iken o zamanki idareye karşı arkadaşları ile söyleşilere, tenkitlere başlamış ve hatta büyük tehlikelere rağmen haftada bir iki defa gizli olarak gazete bile çıkarmışlardır. Daha o zaman evladı bulunduğu asil Türk milletine ileride ne büyük hizmetler yapmaya aday olduğunu pek güzel anlatıyordu. Onun her haline olduğu gibi, dürüst düşüncelerine gönül vermiş ve candan inanan arkadaşları o büyük adamın etrafına toplanmışlardı." 


Okul arkadaşı Hayri Paşa (Tırnovacık) şunları söylemiştir: 


"Gazi Hazretleri sınıfın en zeki talebesiydi. Hallerinden, yaşlarından umulmayan bir olgunluk vardı. Çok kuvvetli bir ikna kabiliyetine sahipti, herhangi kavgaya tek defa olsun karıştığını hatırlamıyorum. En fazla meşgul oldukları şeylerden biri de zamanın felsefesi ve fikri cereyanları idi. Toplumun henüz halledilmemiş davalarıyla zihinlerini meşgul ederlerdi. Sınıfımızın en yakışıklı, en şık ve en temiz giyinen öğrencisiydi. Kendisi, çağdaş hayatın İstanbul'dan evvel yer bulduğu Selanik'te bulundukları için cemiyetin ince muaşeret kaidelerine hepimizden fazla vakıftı." 


Bir diğer okul arkadaşı Asım Gündüz şunları söylemiştir: 


"Gerek Harbiye'de gerek Harp Akademisi'nde bir şey dikkatimi çekmişti. Doğu illerinden ve Anadolu'dan gelen arkadaşlar, İstanbullular gibi, yalnız dersleriyle meşguldüler. Sadece Manastır Lisesi'nden gelen arkadaşlarımız daha çok uyanık, daha çok Batı'ya dönüktüler. Onlar derslerinin dışında memleketin meselelerini de tartışıyorlar, bu konularda fikirler ileri sürüyorlardı. Mustafa Kemal de bunlardandı. Mustafa Kemal'in doğup büyüdüğü Selanik'in Batı'yla daha çok bağlantılı bulunması sebebiyle olacak, dikkati çeken fikirleri vardı. Etrafına topladığı arkadaşlarla cesaretle konuşuyor, onları güzel konuşmasıyla kısa zamanda tesiri altına alıyordu. Bizim okumadığımız birçok vatan şiirini sık sık tekrarlıyordu. Namık Kemal'in bütün şiirlerini bir defterde toplamıştı. Bu şiirleri kısa zamanda bütün arkadaşlar defterlerimize yazmış ve ezberlemiştik. Mustafa Kemal 'Milletleri uyandıracak olan fikir adamları, devlet adamlarıdır.' diyordu. Bizler vatan, millet ve Türklük fikirlerini ilk defa, Harp Akademisi sıralarında ondan duymuştuk. Yabancı lisana karşı büyük bir hevesi vardı. Bu maksatla, Beyoğlu'nda bir Fransız madamına pansiyoner olmuştu. Bu Fransız kadın, Fransız Elçiliği kuryeleriyle, İttihatçıların Paris'te yayınladıkları gazeteleri getirtiyor ve Mustafa Kemal'e veriyordu. Fransız kadın aynı zamanda Mustafa Kemal'e Fransızca dersi veriyordu. Mustafa Kemal Harbiye'de iken her tatilde Selanik'te bir Fransız okulunun tatil kurslarına devam ederek lisanını ilerlettiğini söylerdi." 


Mustafa Kemal, Harbiye'deki Harp Akademisi'ne teğmen rütbesiyle 1902 yılında başlamıştır. Harp Akademisi'ndeki ilk yılını şöyle anlatmıştır: 


"Erkanıharp (kurmay) sınıflarına geçtik. Mutad olan derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların fevkinde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler peyda oldu. Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğunu keşfetmeye başladık." 


Mustafa Kemal 21 Ekim 1904 tarihinde kurmay yüzbaşı olarak yeminini etmiştir. 11 Ocak 1905 tarihinde 5. Orduya memur olarak atanmıştır. 


Harp Akademisi'nde Mustafa Kemal'i derinden etkileyen öğretmenleri vardı. Okul arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal'in öğretmenlerinden Nuri Bey ile ilişkileri konusunda şunları anlatmaktadır: 


"Mustafa Kemal ve ben yeni öğretmenlerimiz içinde en çok Trabzonlu Nuri Bey'i sayıyor ve takdir ediyorduk. Nuri Bey gerçekten geniş kültürlü, çağına göre aydın düşünceli, stratejide üstat sayılan bir kurmay yarbaydı. Tabiye okutuyordu. Aradaki uzaklığı korumakla beraber öğrencilerine karşı içten ve ağabeyce davranıyordu. Yalnız ders vermekle yetinmiyor, genç kurmay adaylarının çeşitli sorularını da yanıtlamaktan zevk duyuyordu. 'Bir kurmay zabiti, askerlik dışında kalan bilgilerle de donanmış olmalıdır. Yarın hepiniz birer kumandan olacak, sorumluluk yükleneceksiniz.' diyordu." 


"Şimdi, Mustafa Kemal'in hayatında etkisi olan bir olaydan söz etmek istiyorum. Yarbay Nuri Bey, bir gün Tabiye dersinde gerilladan genişçe bir şekilde söz etti. 'Gerilla nedir, ne değildir?' konusu üzerinde uzun uzun durdu. Açıklamada bulundu ve bir ara 'Arkadaşlar, gerilla olmak ne kadar güçse, onu bastırmak da o oranda güçtür.' dedi. Arkadaşlar, kendisinden birkaç örnek vermesini rica ettiler. Mustafa Kemal ise konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, olayın ülkenin herhangi bir yerinde olmuş gibi açıklanmasının mümkün olup olamayacağını sordu. Onu arkadaşım Tevfik Selanik de destekledi. Bunun üzerine Nuri Bey 'Öyle ise, Boğaz'a ait haritalarınızı açın.' emrini verdi. Dersten sonra Mustafa Kemal, Nuri Bey'in arkasından gitti ve 'Efendim bu söylediğiniz gerilla gerçek olabilir, değil mi?' dedi. Nuri Bey kendine özgü olan ve her zaman kullandığı 'nev'ima sözcüğünü de ekleyerek 'Olabilir. Fakat artık bu kadarı yeterli.' dedi. Bu olaydan Mustafa Kemal çok söz etmiştir. Kendisi, bu Tabiye dersinin ilk uygulama alanını Trablusgarp Savaşları'nda buldu. Bana Tobruk'tan yolladığı bir mektupta, Kurmay Yarbay Nuri Bey'in gerilla metotlarını başarıyla uyguladığını yazıyordu." 


Mustafa Kemal, 26 Haziran 1902 Perşembe günü Kuzguncuk'ta Ali Fuat Cebesoy'un babası İsmail Fazıl Paşa'nın Kuzguncuk'taki köşkünde misafir edilmiştir. O gece orada kalmış, ertesi gün köşke gelen Osman Nizami Paşa ile tanıştırılmıştır. Osman Nizami Paşa, 2. Abdülhamit'in baskı rejimini yumuşatacağına dair hiçbir belirti olmadığına işaret ettikten sonra, "İstibdat idaresi, bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı manada bir idare gelip memleketi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır? Ben buna inanmıyorum." demiştir. Mustafa Kemal, Nizami Paşa'nın Abdülhamit'in adamlarından biri olabileceğinden kuşkulanmıştır. Bu olasılığa karşı yine de düşüncelerini cesaretle söylemiştir: "Paşa Hazretleri! Batılı manadaki idareler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir inkılap vukuunda bugün iş başında olanlar yerlerini muhafaza etmeye kalkarlarsa o vakit buyurduğunuzu kabul etmek lazım gelir. Yeni nesiller içerisinde her hususta itimada layık insanlar çıkacaktır." demiştir. Osman Nizami Paşa susmuş, olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap vermemiş, aynı günün akşamı ayrılmak üzere veda eden Mustafa Kemal'e şunları söylemiştir: 


"Mustafa Kemal efendi oğlum, sen, bizler gibi yalnız kurmay zabiti olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekan ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma. Sende, memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zeka emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum." 


Osman Nizami Paşa yanılmamıştır. Çünkü Mustafa Kemal, gençlik çağlarından beri geleceğin Atatürk'ünden belirtiler ve ışıklar vermiştir. 


Modern dünya tarihinin kaydettiği karizmatik liderlerin başında kuşkusuz Mustafa Kemal Atatürk gelmektedir. Atatürk, yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden modern Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran büyük önder, ebedi başkomutan, saygın devlet adamı olarak dünya tarihinde yerini almıştır. 


Ulu Önder Atatürk'ün kişiliğinin oluşmasında, yetişmesinde şüphesiz, içinde yaşadığı çevre etkin rol oynamıştır. Bu bakımdan, aile çevresi ve çocukluğu da dikkate alındığında 1881'den Harp Akademisi'ni bitirdiği 1905'e kadar olan dönem büyük önem taşımaktadır. Atatürk'ün bu süreçteki askeri eğitim ve öğrenim hayatı; onun başarılı bir asker, devlet adamı, inkılapçı ve düşünce adamı, kısaca dünya çapında "vizyon" sahibi karizmatik bir lider olmasına doğrudan etki yaptığı görülmüştür. Atatürk'ün söyledikleri ve gerçekleştirdiklerinin daha iyi anlaşılıp anlatılmasında bu sürecin çok iyi bilinmesinin önemli olduğu ortadadır. 


2) 1905 - 1918 Yılları


Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, ilk olarak stajını yapmak üzere merkezi Şam'da bulunan, 5. Orduya atanmıştır. Bu dönemde, ülkenin genelinde olduğu gibi Suriye'de de karışıklıklar vardı. Bazı Arap aşiretlerinin devlet otoritesini tanımaması, dirlik ve düzeni bozmuştu. Mustafa Kemal, küçük rütbeli bir subay olduğu halde kendisini herkese saydırmış, almış olduğu görevleri başarıyla yerine getirmiş, komutanlarının sevgisini kazanmıştır. Mustafa Kemal burada, ülke sorunlarını yakından görmüş ve çözüm arayışlarına yönelmiştir. Bu amaçla "Vatan ve Hürriyet" adlı bir dernek kurarak hürriyet mücadelesine girmiştir ve birtakım gezilere çıkarak derneğin şubelerini açmıştır. 


Mustafa Kemal, 13 Ekim 1907'de Şam'dan, merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargahına atanmıştır. 3. Ordu Karargahındaki görevinin yanı sıra, Şark Demiryolu Müfettişliği görevini de yürütmüştür. 13 Ocak 1909'da Mustafa Kemal, 3. Ordu Selanik 2. Redif Tümeni Kurmay Başkanlığına getirilmiştir. 31 Mart Vakası olarak tarihe geçen isyanın çıkışı üzerine 15 - 16 Nisan 1909'da Hareket Ordusu ile beraber bu ordunun kurmay başkanı olarak Selanik'ten İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'daki görevini tamamladıktan sonra Mayıs 1909'da tekrar Selanik'e dönmüştür. Mustafa Kemal, kolağası rütbesiyle Makedonya'da Vardar Irmağı havzasında, Mareşal Von Der Goltz'un izlediği askeri tatbikata katılmış, bu tatbikatta kendi hazırlamış olduğu plan uygulanmış ve bu plan Mareşal'in takdirini kazanmıştır. 


Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1909'da Cumalı Karargahındaki askeri manevralarda yer almıştır. 5 Kasım 1909'da, Selanik 2. Redif Tümeni Kurmay Başkanlığından tekrar 3. Ordu Karargahına ataması yapılmıştır. Mayıs 1910'da, Arnavutluk'ta çıkan isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekatta, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın yanında görev almıştır. 6 Eylül 1910'da Mustafa Kemal'in, 3. Ordu Subay Talimgahı Komutanlığına ataması yapılmıştır. Mustafa Kemal bu görevde iken orduyu temsilen aralarında Fethi Bey'in de bulunduğu bir kurul ile birlikte Fransa'daki Picardie manevralarına katılmıştır. 


İyi bir subay ve komutan olmak için sürekli çalışan Mustafa Kemal, kendisini sadece mesleğine adamıştır. Üzerine aldığı görevleri büyük bir başarı ile yerine getirmiş ve bu dönemde askerlikle ilgili kitaplar da yayımlamıştır. Kasım 1910'da 3. Ordu Talimgahı Komutanlığından tekrar 3. Ordu Karargahına ataması yapılan Mustafa Kemal, daha sonra Selanik'te bulunan 38. Piyade Alayında görev yapmıştır. Eylül 1911'de 38. Piyade Alayı Kumandanlığındaki görevinden sonra İstanbul'daki Genelkurmay 1. Şubeye ataması yapılmıştır. 


1911'de İtalya'nın güçlü bir donanma ile Trablusgarp kıyılarına yaptığı askeri çıkarma üzerine Trablusgarp Savaşı başlamıştır. Mısır'ın İngilizlerin kontrolünde olmasından dolayı Trablusgarp ile doğrudan kara bağlantısı bulunmayan Osmanlı Devleti'nin buraya asker göndermesi konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Fakat, başta Mustafa Kemal olmak üzere, az sayıdaki idealist subay büyük fedakarlıklara katlanarak gizlice Trablusgarp'a gitmiş; oradaki yerli halkı teşkilatlandırarak İtalyanlara karşı mücadeleye başlamıştır. Mustafa Kemal burada, 27 Kasım 1911'de binbaşı rütbesine yükselmiştir. 19 Aralık 1911'de, Tobruk Bölgesi Komutanlığı görevini yürüten Ethem Paşa'nın yerine bu göreve getirilmiştir. Mustafa Kemal komutasındaki yerel kuvvetler, Tobruk bölgesindeki İtalyanlara baskın şeklinde taarruzlar düzenleyerek ağır zayiat verdirmiştir. 30 Aralık 1911'de Mustafa Kemal, Derne'ye gelmiş ve Derne Doğu Kolu Komutanlığını üzerine almıştır. Tobruk'ta olduğu gibi, burada da Mustafa Kemal komutasındaki yerel kuvvetler, baskın şeklinde taarruzlar düzenleyerek önemli başarılar elde etmiştir. Mart 1912'de Binbaşı Mustafa Kemal'in Derne Komutanlığına ataması yapılmıştır.


Mustafa Kemal Atatürk Trablusgarp'ta

Trablusgarp'a ulaşım imkanlarının yetersiz oluşundan dolayı, gerekli yardımlar kolay kolay ve zamanında yetişemiyordu. Fakat bu savaşta Mustafa Kemal, kısıtlı imkanlara sahip birliklerle burada çok başarılı muharebeler gerçekleştirmiştir. İtalyanları üst üste yenilgiye uğratarak içlere doğru ilerlemelerini engellemiştir. Mustafa Kemal'in Derne ve Tobruk'taki askeri başarıları onun hem askerlik hem de teşkilatçılık yönünden önemli tecrübeler kazanmasını sağlamıştır. 24 Ekim 1912'de Mustafa Kemal'in, Derne'den ayrılması üzerine burada kurmuş olduğu cephe çökmüş, birlikler dağılmıştır. 

Balkan Savaşı nedeniyle İstanbul'a gelen Mustafa Kemal, Çanakkale Boğazı'nı savunmakla görevli birliklerden biri olan Kuva-i Mürettebe Komutanlığına atanmıştır. Burada askeri açıdan herhangi bir çarpışma meydana gelmemiştir. Mustafa Kemal, bu görevi esnasında, Çanakkale Boğazı'nı askeri açıdan ayrıntılı olarak inceleme fırsatı bulmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale Muharebeleri'nde göstermiş olduğu büyük başarıların bir sebebi de bu bölgede kazanmış olduğu bilgi ve tecrübedir. 


Birinci ve İkinci Balkan Savaşları'nın sona ermesiyle 27 Ekim 1913'de Mustafa Kemal, Bulgaristan'ın başkenti Sofya'ya askeri ataşe olarak atanmıştır. Mustafa Kemal görevinden arta kalan zamanlarda bu ülkenin sosyal, ekonomik ve kültürel hayatını incelemiştir. Bulgaristan'ın, Balkan Savaşı'nda yüzlerce yıl egemenliği altında kalmış olduğu, Osmanlı Devleti'nin başkentini ele geçirmeye teşebbüs edecek kadar güçlenme nedenleri üzerinde durmuştur. Bu incelemeleri sırasında akıllı ve gerçekçi bir kalkınmanın somut sonuçlarını görmüş ve değerlendirmelerde bulunmuştur. 


Mustafa Kemal Atatürk Sofya'da

Avrupalı arkadaşlar edinen Mustafa Kemal'in Batı'daki kalkınmanın sebeplerini araştırma imkanı olmuştur. Mustafa Kemal, Sofya'da görevli bulunduğu sürede Fransızcasını da ilerletmiştir. Mustafa Kemal, Sofya'da askeri ataşe olarak görevde iken 1 Mart 1914'te yarbay rütbesine yükselmiştir. 

Avusturya - Macaristan veliahtının 28 Haziran 1914'te öldürülüşünü takiben Avusturya - Macaristan Devleti, Sırbistan'a harp ilan etmiştir. Bu durum, Avrupa'da, Birinci Dünya Savaşı'nın fitilini ateşleyen bir olay olarak kabul edilmektedir. Almanya'nın Rusya'ya harp ilanı ile Avrupa'da savaş bütün şiddetiyle başlamış, Osmanlı Devleti de İttifak devletleri yanında savaşa katılmıştır. Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesi üzerine Yarbay Mustafa Kemal, Sofya'dan vatan müdafaasında aktif görev almak için, Harbiye Nazırlığına başvurarak cephede görev almak istemiştir.


"Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya'da askeri ataşelik yapamam." diyen Mustafa Kemal'in 20 Ocak 1915'te, 3. Kolorduya bağlı olarak Tekirdağ'da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığına ataması yapılmıştır. 2 Şubat 1915'te Tekirdağ'a gelerek burada tümenin kuruluş çalışmalarına başlamıştır. 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal'in Çanakkale Muharebeleri'nde göstermiş olduğu üstün komutanlık vasıfları sadece muharebenin değil, savaşın genel akışında ve sonuçlarında büyük değişikliklere neden olmuştur. Conkbayırı'nda karşılaştığı bir olay onun askeri liderliğini ve cesaretini görmek açısından önemli bir örnek teşkil etmektedir: 


Conkbayırı'na ulaştığı zaman, 19. Tümene bağlı 27. Alayın küçük bir birliğinin "Cephanemiz tükendi." diyerek çekilmekte olduğunu, onların gerisinde de kalabalık düşman askerlerinin ilerlediğini ve Conkbayırı'na ulaşmak üzere olduğunu görmüştür. 


Askerlere seslenen Yarbay Mustafa Kemal olayı şu şekilde dile getirmiştir:


"- Niçin kaçıyorsunuz?

 - Efendim düşman,
 - Nerede?
 - İşte diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
 - Düşmandan kaçılmaz, dedim.
 - Cephanemiz tükendi, dediler.
 - Cephaneniz yoksa süngünüz var, süngü tak, yere yat, komutu verdim. 
 - Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır. Yapılan süngü savaşı sonunda Conkbayırı kurtulmuştur." 

Mustafa Kemal Atatürk Çanakkale'de

Yine aynı bölgede ölüm kalım savaşı veren Yarbay Mustafa Kemal, Arıburnu'nda askeri birliklere şu şekilde seslenmiştir: 

"Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka kumandanlar gelebilir." 


Mustafa Kemal'in askerlerine duyduğu sevgi ve güven, bir subay olarak sahip olduğu mesleki bilgi, tecrübe ve askeri liderlik özellikleri sayesinde; düşmanın ne zaman, ne yapacağı konusundaki öngörüleri Çanakkale Savaşları'nın sonucunu belirlemede çok büyük önem taşımıştır. 


Çanakkale Savaşları'ndan yıllar sonra (1934), Mustafa Kemal Atatürk'ün Anzak annelerine hitaben yazdığı mektupta şunlar yazıyordu: 


"Bu Memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır." 


1 Haziran 1915'te albay rütbesine terfi eden Mustafa Kemal, 8 Ağustos 1915'te General Liman Von Sanders'in emri ile Anafartalar Grubu Komutanlığına getirilmiştir. Anafartalar Grubu Komutanlığındaki üstün başarı ve hizmetlerinden dolayı, 17 Ocak 1916'da Muharebe Altın Liyakat Madalyası ile ödüllendirilmiştir. 


Anafartalar Zaferi'nden sonra Mustafa Kemal, kamuoyunca tanınmış, halkın sevgisini kazanmış ve "Anafartalar Kahramanı" olarak anılmaya başlamıştır. Çanakkale Savaşları'ndan sonra Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916'da karargahı Edirne'de bulunan 16. Kolordu Komutanlığına atanmıştır. Edirne'deki bu kolordu, Kafkas Cephesi'nin önem kazanması üzerine bir süre sonra aynı adla Diyarbakır'a nakledilmiştir. Mustafa Kemal, 15 veya 16 Mart 1916'da Diyarbakır'daki görevine gitmek üzere İstanbul'dan ayrılmıştır. 26 veya 27 Mart'ta kolordunun komutasını üzerine almıştır. Albay olarak görevi üzerine alan Mustafa Kemal, 1 Nisan 1916'da tuğgeneralliğe terfi etmiştir. 


Aynı yıl, Mustafa Kemal Paşa komutasındaki kuvvetler Doğu Cephesi'nde, Rus saldırılarını durdurmuş, 2 - 3 Ağustos 1916'da Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçerek 7 Ağustos'ta Muş'u ve 8 Ağustos'ta Bitlis'i düşman işgalinden kurtarmıştır. 12 Aralık 1916'da, Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak kısa bir süre İstanbul'a gitmesi üzerine, karargahı Diyarbakır'da bulunan 2. Ordu Komutanlığına vekaleten Mustafa Kemal Paşa'nın ataması yapılmıştır. 3 Ocak 1917'de Ahmet İzzet Paşa'nın geri dönüşü üzerine, Mustafa Kemal Paşa 2. Ordu Komutanlığı vekilliğinden ayrılarak kendi görevine dönmüştür. 14 veya 17 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiye Komutanlığına ataması yapılmış, Şam ve Sina bölgesinde görevi gereği incelemelerde bulunmuştur. Vekaleten 2. Orduya tekrar ataması yapılan Mustafa Kemal Paşa'nın 5 Mart 1917'de asaleten ataması gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 5 Temmuz 1917'de, Güney Cephesi'nde bulunan General Falkenhein'in komutasındaki Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına bağlı 7. Ordu Komutanlığına atanmıştır. Yıldırım Orduları Grubu Komutanı General Falkenhein'le anlaşmazlığa düşmesi sonucunda 1917 Ekim başında 7. Ordu Komutanlığından istifa etmiş, 9 Ekim 1917'de tekrar Diyarbakır'da bulunan 2. Ordu Komutanlığına ataması yapılmıştır. Fakat Mustafa Kemal Paşa, bu atamayı kabul etmemiş, bunun üzerine Harbiye Nezareti kendisini 2. Ordu Komutanı sıfatıyla izinli saymıştır. Halep'ten İstanbul'a gelen Mustafa Kemal Paşa 7 Kasım 1917'de Genel Karargah'ta görevlendirilmiştir. Ayrıca bu görevi esnasında, Veliaht Vahdettin'in mahiyetinde 15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 tarihleri arasında Almanya seyahatine katılmıştır. 


7 Ağustos 1918'de General Falkenhein'in yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirilmiş olan General Liman Von Sanders'in emrindeki 7. Orduya, Mustafa Kemal Paşa'nın, tekrar komutan olarak ataması yapılmıştır. 19 Eylül 1918'de İngiliz birlikleri, büyük kuvvetlerle, Filistin Cephesi'nde genel taarruza başlamıştır. Bu taarruz neticesinde 8. Ordunun cephesinin yarılması üzerine 4. ve 7. Ordu birlikleri geri çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7. Ordu birlikleri askeri düzenini ve savaş kudretini bozmadan Halep'e çekilmiştir. 26 Ekim 1918'de, 7. Ordu üzerine tekrar taarruza geçen İngiliz kuvvetleri Halep'in kuzeyinde durdurulmuş ve düşmanın bu hattı geçmesi engellenmiştir. 30 Ekim 1918'de "Mondros Ateşkes Antlaşması"nın imzalanması üzerine, 31 Ekim'de 7. Ordu Komutanlığı da üzerinde kalmak üzere Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına ataması yapılmış ve Adana'ya gelerek General Liman Von Sanders'den komutanlık görevini devralmıştır. 7 Kasım'da Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığının kaldırılması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, yenilgi yüzü görmeyen bir komutan olarak 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'a geldiğinde boğazdaki işgal donanmasını gören Mustafa Kemal Paşa, gözü yaşlı bir şekilde düşman gemilerini seyreden yaverine şöyle demiştir: 


"Geldikleri gibi giderler." 


Mustafa Kemal Paşa, Mondros Ateşkes Antlaşması'nı şu sözleriyle yorumlamıştır: 


"Osmanlı Hükümeti bu ateşkesle kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye muvafakat etmiştir. Yalnız buna uymakla kalmamış, düşmanların memleketi istilası için onlara yardımı da vaat etmiştir. Bu ateşkes olduğu gibi uygulandığı takdirde, memleketin baştan sona kadar işgal ve istilaya maruz kalacağı şüphesizdir." 


Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra, İtilaf devletleri anlaşma hükümlerine aykırı olarak Anadolu'nun çeşitli bölgelerini işgal etmeye başlamışlardır. Bu işgallere İstanbul Hükümetinin gerekli karşılığı vermemesi üzerine, Anadolu'da işgale karşı tepkiler yükselmeye başlamıştır. Anadolu'nun muhtelif bölgelerinde yer yer direniş hareketleri oluşmuştur. Zamanla bu gibi direniş teşkilatları, Anadolu'nun her tarafına yayılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, yaklaşık altı ay kadar kalmış olduğu İstanbul'da, bütün uğraş ve çabalarına rağmen, vatanın içinde bulunduğu durumdan kurtarılmasının mümkün olmadığını anlamış ve kurtuluş çaresi olarak mücadelenin Anadolu'da yapılması gerektiğine karar vermiştir. 


3) 1919 - 1938 Yılları 


Karadeniz Bölgesi'nde Pontusçu Rumlara karşı Türk direnişinin artması üzerine, İngilizler bölgede güvenliğin sağlanmasını İstanbul Hükümetinden istemiştir. Mustafa Kemal Paşa, bölgenin huzur ve asayişini sağlamak maksadıyla oluşturulan 9. Ordu Müfettişliği gibi resmi bir görevle 16 Mayıs 1919'da "Bandırma Vapuru" ile İstanbul'dan ayrılarak, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmıştır.


Bandırma Vapuru

Mustafa Kemal Paşa, gazeteci Falih Rıfkı Atay'a Samsun'a hareket etmeden önce Vahdettin ile olan son görüşmesini anlatmıştır. Bu görüşmede Vahdettin, Samsun'a hareket etmeden önce kendisini ziyarete gelen Mustafa Kemal Paşa'ya şunları söylemiştir: 

"Paşa Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir, tarihe geçmiştir. Bunları unutun, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!"  


Ancak Mustafa Kemal Paşa, Vahdettin'in samimiyetinden emin olamadığını, onun İtilaf Devletleri'nin siyasetine uygun hareket ederek bu siyasete karşı gelen Türklerin yatıştırılmasını istediğini anlatmıştır. Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919'da Kurmay Albay Refet (Bele) Bey, Kurmay Albay Kazım (Dirik) Bey, Kurmay Albay 'Ayıcı' Mehmet Arif Bey, Dr. Albay İbrahim (Tali Öngören) Bey, Kurmay Binbaşı Hüsrev (Gerede) Bey, Dr. Binbaşı Refik (Saydam) Bey, Binbaşı Kemal (Doğan) Bey, Yüzbaşı Cevat Abbas (Gürer) Bey ve Yüzbaşı Ali Şevket (Öndersev) Bey ile beraber Samsun'a çıktı. 


Mustafa Kemal ve yanındaki çoğu kurmay olan komutanların Samsun'a çıktığı 19 Mayıs 1919 günü, "Türk Kurtuluş Savaşı"nın fiili başlangıç tarihi olarak kabul edilmektedir.* 


Mustafa Kemal Atatürk Samsun'da

Bir hafta boyunca Mantika Palas'ta kaldığı bu süreçte, bölgede meydana gelen çatışmaların sebebini araştırmış ve padişah Vahdettin tarafından verilen görevin aksine, işgalcilere karşı bizzat yerel Kuva-yi Milliye örgütlerinin kurulmasında rol oynamıştır. Mustafa Kemal, bu bir haftanın sonunda Havza'ya geçerek çeşitli toplantılar yapmıştır. Bu toplantılar neticesinde işgallere karşı protesto mitingleri düzenlenmiştir. 

Amasya Genelgesi


Mustafa Kemal ve arkadaşları Havza'daki çalışmalarını tamamladıktan sonra 12 Haziran 1919'da Amasya'ya geçti. 22 Haziran 1919'da Rauf (Orbay) Bey, Kazım Karabekir Paşa, Refet Bey (Bele) ve Ali Fuat Paşa (Cebesoy) ile birlikte Amasya Genelgesi'ni yayınladı. Genelge hazırlandıktan sonra Erzurum'da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir'e gönderilerek onayı alındı. Daha sonra bütün mülki amir ve askeri komutanlara telgrafla ulaştırıldı. Amasya Genelgesi İstanbul'da bulunan işgal güçlerinin tepkisini çekmiştir ve İngilizler Mustafa Kemal'i İstanbul'a geri getirmek için İstanbul Hükumeti üzerindeki baskılarını arttırmıştır. Bu sırada İçişleri bakanı olan Ali Kemal Bey bir genelge yayımlayarak Mustafa Kemal'in iyi bir asker olduğunu ancak İngiliz baskısı sonucu görevinden alındığını ifade etmiştir. Amasya Genelgesi'nde vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığının tehlikede olduğu, İstanbul hükümetinin üzerine aldığı sorumluluğu yerine getiremediği, bu durumun milleti yok olmuş gibi gösterdiği anlatılmıştır. Genelgede "Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır." denilmiştir. Anadolu'nun her bakımdan güvenli bir yeri olan Sivas'ta bir kongre toplanacağı belirtilmiştir. Bu kongreye katılmak için her ilden 3 temsilcinin seçilerek gönderilmesi ve temsilcilerin seyahatlerini gizli tutmaları istenmiştir. Doğu illeri için de Erzurum'da bir kongrenin toplanacağı, daha sonra Erzurum Kongresi üyelerinin de Sivas'a katılmak üzere hareket edeceği belirtilmiştir. 


Erzurum Kongresi 


3 Temmuz 1919'da Sivas üzerinden Erzurum'a gelen Mustafa Kemal Paşa, burada kaldığı süre içinde, doğu illerinin ileri gelen kişileri ile görüşmelerde bulunarak Milli Mücadele fikrini yaymaya çalışmıştır. Mustafa Kemal Paşa, 7 Temmuz 1919'da Anadolu ve Trakya'da bulunan bütün ordu komutanları ile ileri gelen idarecilere gönderdiği telgrafta, askeri ve mülki idarecilerin bulundukları makamı asla terk etmemelerini, askeri teşkilatın küçültülmesi yolunda verilen emirlerin dinlenmemesini, Müdafaa-ı Hukuk ve Reddi İlhak dernekleri ile sıkı iş birliğinde bulunulmasını ve bulundukları bölgelerde işgalcilere karşı halkı birlik ve beraberlik duygusu etrafında birleştirmelerini istemiştir. Bu gelişmeler üzerine İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa'nın resmi görevine son verildiğini bildiren telgrafı 7/8 Temmuz 1919 gecesi göndermiştir. Bu gelişmeler olurken, Mustafa Kemal Paşa da Harbiye Nezareti ve Padişaha çektiği telgrafta, 8/9 Temmuz 1919 gecesi, Ordu Müfettişliği görevi ile çok sevdiği askerlik mesleğinden istifa ettiğini açıklamıştır. Mustafa Kemal Paşa bu kararını bütün millete açıklamış ve milletle birlikte ve onların arasında mücadeleye devam edeceğini bildirmiştir. Bütün rütbe ve görevlerinden ayrılan Mustafa Kemal Paşa'ya, 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa, "Paşam! Ben ve kolordum emrinizdeyiz!" diyerek bağlılığını bildirmiştir. Yaşanan olumsuz gelişmeler karşısında, Kazım Karabekir Paşa'nın bu tavrı, Mustafa Kemal Paşa'ya büyük bir güç ve destek vermiştir. Kazım Karabekir Paşa'yı takiben, Ali Fuat Paşa, Cafer Tayyar Paşa ve diğer ileri gelen komutanlar Mustafa Kemal Paşa'ya bağlılığını bildirmişlerdir. 


Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919 tarihinde toplanmıştır. Çeşitli mesleklerden 54 kişinin katılımı ile kongre çalışmalarına başlamıştır. Kongre başkanlığına oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir. Sadrazam Damat Ferit’in protestolarına rağmen, kongre çalışmalarını sürdürmüş ve 7 Ağustos 1919 tarihinde sona ermiştir. 16 gün süren kongre çalışmalarının sonucunda tespit edilen nizamname ve bu nizamname hükümlerini açıklayan bir beyanname hazırlanmıştır. Erzurum Kongresi’nde milli sınırlar içinde vatanın bölünmez bir bütün olduğu, vatanı korumayı ve bağımsızlığı sağlamayı İstanbul hükumeti sağlayamazsa, geçici bir hükumet kurulacağı, Hristiyan azınlıklara siyasi hakimiyet ve sosyal dengeyi bozacak ayrıcalık verilemeyeceği, manda ve himayenin kabul edilemeyeceği kararlaştırılmıştır. 24 Ağustos 1919'da bir Temsil Heyeti oluşturulmuş, Temsil Heyeti'nin başkanlığına da oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir. 

Sivas Kongresi


Erzurum'dan sonra 4 - 11 Eylül tarihleri arasında Sivas Kongresi toplanmıştır. Bu kongre, yeni Türk Devleti'nin doğuşu sürecinde önemli bir aşamayı teşkil etmiştir. Sivas Kongresi'nde Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalandığı gün işgale uğramamış vatan topraklarının bir bütün olduğu ve birbirinden ayrılamayacağı vurgulanmıştır. Milli iradeyi temsil etmek üzere Mebuslar Meclisi'nin derhal toplanması ve hükümet kararlarının meclisin denetimine sunulması istenmiştir. Sivas Kongresi'nde bütün milli cemiyetler "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmiştir. Sivas Kongresi, işgalcilerin ve İstanbul Hükümetinin bütün engellemelerine rağmen milli kurtuluş hareketini tek bir teşkilat altında birleştirmeyi başarmış önemli bir harekettir. Alınan kararlar yine tüm ülkeyi ilgilendirmesi bakımından önemlidir. Kongrenin ardından Amerikalı General Harbord ile görüşen Mustafa Kemal Paşa yaptığı konuşmada, her şeye rağmen yeni bir Türk devleti kurmak arzusunda olduğunu şu sözlerle açıklamıştır: 


"Her şeye rağmen, yurdumuzu kurtarmak, özgür ve uygar bir Türk devleti kurmak, insan gibi yaşayabilmek için yapacağım bunu."

Sivas Kongresi Heyeti

Amasya Görüşmeleri

20 - 22 Ekim 1919'da Temsil Heyeti ile İstanbul Hükümeti arasında Amasya Görüşmeleri yapılmıştır. Bu görüşmeler sonunda Osmanlı yönetimi İstanbul'da toplanması şartıyla Mebuslar Meclisi'nin açılmasını kabul etti. Temsil Heyeti rızasını almadan barış görüşmesine gitmeme kararını reddetti. İstanbul Hükümeti, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni ve Temsil Heyeti'ni tanıdı. Anadolu hareketi İstanbul Hükümeti'ne karşı siyasal bir başarı kazandı. 


Coğrafi konumu ve cephelerle olan eşit uzaklığı nedeniyle, Kurtuluş Mücadelesi'nin en iyi şekilde Ankara'dan yönetileceğini düşünen Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelmiştir. 


Misak-ı Milli


12 Ocak 1920'de İstanbul'da Mebuslar Meclisi toplanmıştır. Mustafa Kemal Paşa tarafından tespit edilen ilkeler, esas kabul edilerek 28 Ocak 1920'de yapılan gizli oturumda Misak-ı Milli (Ulusal Ant) kararları benimsenmiştir. 17 Şubat 1920’de basın yoluyla bu kararlar açıklanmıştır. Misak-ı Milli her şeyden önce, milli ve bölünmez bir Türk vatanının sınırlarını çizmiştir. Türkler bu kararlarla İtilaf devletleri ile yapacakları barışın temel esaslarını bütün dünyaya duyurmuşlardır. Misak-ı Milli aynı zamanda bağımsızlık şuuruna erişmiş bir milletin asgari haklarını açıklayan bir belge niteliğindedir. Misak-ı Milli kararlarının alınması Temsil Heyeti tarafından sevinçle karşılandığı gibi basın yoluyla halka yayınlanması da ayrı bir sevinç yaratmıştır. 


İstanbul'un İşgali


Mebuslar Meclisi tarafından Misak-ı Milli kararlarının alınması, işgal güçlerinin hoşuna gitmemiştir. Bunun için, Mebuslar Meclisi'ni cezalandırmayı kararlaştırmışlardır. İtilaf devletleri mütarekeden beri (13 Kasım 1918) yerleşmiş oldukları İstanbul’u 16 Mart 1920'de resmen işgal etmişlerdir. İstanbul’un resmen işgali ile altı asırlık Osmanlı Devleti artık fiilen sona ermiş bulunuyordu. 


İşgal olayını öğrenen Mustafa Kemal Paşa, yayınladığı bir beyanname ile işgal olayını protesto ederek, işgalin haksız ve hükümsüz olduğunu tüm dünyaya ilan etmiştir. Beyannamede ayrıca kapatılan Meclisin Ankara’da açılacağını ve bütün Meclis üyelerinin Ankara’da toplantıya katılmalarını bildirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mart 1920'de yayınladığı bir genelge ile de Mebuslar Meclisi'nden kaçıp Anadolu’ya geçebilenler ile milletin yeniden seçeceği kişilerden oluşacak olağanüstü yetkilere sahip Meclisin, Ankara’da toplanarak ülkenin kurtarılması için, gerekli tedbirleri alıp uygulamaya koyacağını açıklamıştır. 


Mustafa Kemal Paşa, milli iradenin eseri olacak yeni devletin esaslarının bir kurucu meclis tarafından tespit edilmesini uygun görüyordu. Yeni Meclisin toplanması kararı, Milli Mücadele’nin hukuki ve siyasi anlam ve hedefi bakımından en fazla dikkati çeken kararı olmuştur. 


TBMM'nin Açılışı*


Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 tarihinde açılmıştır. Büyük tarihi görevleri ve sorumlulukları olan bu Meclis, Mustafa Kemal Paşa'yı Meclis Başkanlığına seçmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 24 Nisan günü yaptığı uzun bir konuşma ile gelişen siyasi olayları değerlendirmiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde takip edilecek siyaseti açıklamıştır. Buna göre, Meclisin üzerinde bir güç tanınmayacağı; yasama ve yürütme yetkisinin Meclise ait olduğu; Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurulun hükümet işlerine bakacağı, Meclis Başkanının da bu kurulun başı olacağı ilke olarak benimsenmiştir. Böylece dönemin şartları gereği Meclis Hükümeti Sistemi başlamıştır. Meclis Başkanı aynı zamanda hükümet ve devlet başkanı idi. On bir kişiden oluşan bir İcra Vekilleri Heyeti yani Hükümet de kurularak 3 Mayıs 1920'de göreve başlamıştır.


TBMM'nin açılışı

TBMM Hükümeti, 7 Haziran 1920’de kabul ettiği bir kanunla, 16 Mart 1920’den itibaren İstanbul Hükümeti tarafından yapılmış bulunan ve yapılacak olan her türlü antlaşma ve sözleşmeler ile resmi kararları ve verilmiş bulunan imtiyazları yok sayarak, bunu tüm dünyaya ilan etmiştir. 

İtilaf Devletleri ile Osmanlı Hükümeti arasında 10 Ağustos 1920'de Fransa'nın başkenti Paris'in 3 km batısındaki Sevr banliyösünde bulunan Seramik Müzesi'nde "Sevr Antlaşması" imzalanmıştır. Sevr Antlaşması çok ağır şartlar içeren bir antlaşmaydı. Konferansa katılan Osmanlı Heyeti antlaşma şartlarını görünce dehşete kapıldı. Antlaşma şartlarına itiraz ettiler. Ancak İtilaf Devletleri antlaşma şartlarını değiştirmeyi kabul etmedi. Ankara'daki Türkiye Büyük Millet Meclisi antlaşmayı sert bir bildiri ile kınadı ve antlaşmayı imzalayanlar ile Saltanat Şurası'nda olumlu oy kullananları 19 Ağustos 1920 tarihinde vatan haini ilan etti. 


24 Eylül 1920'de verilen emir gereğince, Doğu Anadolu'da Kazım Karabekir Paşa komutasındaki Türk Ordusu birçok cephede saldırıya geçmiştir. 1920 Eylül'ünde Sarıkamış, 30 Ekim'de Kars, 7 Kasım'da da Gümrü Türk birlikleri tarafından geri alınmıştır. Doğu harekatı boyunca Kazım Karabekir Paşa'nın yanında bulunan yabancı gözlemciler Türk Ordusunun, son derece medeni ve insani davrandıklarını, Ermenilere karşı olumsuz bir hareket içinde olmadıklarını ve intikam duygusu ile hareket etmediklerini belirtmişlerdir.


Türk askerinin başarılı harekatı sonucu fazla tutunamayan Ermeni Hükümeti barışa yanaşmak zorunda kalmıştır. 3 Aralık 1920'de Gümrü Barış Antlaşması imzalanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından imzalanan bu antlaşma, ilk antlaşma olması ve Misak-ı Milli'nin doğu sınırlarını kısmen belirlemesi bakımından önemlidir.


Antlaşmaya göre Sevr Antlaşması ile Ermenilere bırakılan Doğu illeri ve 1878 Berlin Antlaşması'yla Rusya'ya bırakılan Kars ve dolayları da Türkiye'ye bırakılıyordu. Ayrıca Ermeni Hükümeti de Sevr Antlaşması'nın geçersiz olduğunu bu antlaşma ile kabul etmiş oluyordu. 

İnönü Muharebeleri


İngiltere başbakanı Lloyd George'a göre Yunanistan büyümeli ve İngiltere ile menfaatleri birleştirilmeliydi. Yunanistan boğazları Avrupa'ya açık tutmalı, Akdeniz'de İngiltere'nin çıkarlarına uygun davranmalıydı. Eğer böyle davranmazsa İngiliz donanması onu uslandırmak için yeterdi. Sevr Antlaşması'nın kuvvet kullanılmadan uygulanamayacağı anlaşılmıştı. İtilaf Devletleri ise kuvvet kullanacak halde değildi. İtilaf Devletleri, Yunanları yalnız Türk illerini alıp kendi vatanına katmak için değil, kendi davalarını da yürütmek için Anadolu'ya çıkardı. Ancak İtilaf Devletleri de Türkiye'ye karşı uygulanacak politikalarda artık beraber değildir. İtalya, Yunanların Anadolu'ya yerleşmesinden dolayı rahatsızdı. Fransa ise Suriye'deki toprak kazançlarını yeterli görmektedir. Artık Yunanlar kendi ordularıyla Anadolu'ya boyun eğdirmek zorundadır. Mustafa Kemal de Yunan ordusunu yenerse, Türkiye'yi kurtarmış olacaktır. 6 Ocak 1921 günü Bursa’dan Eskişehir'e ve Uşak’tan Afyon'a doğru iki kol halinde ileri harekata başlayan Yunan Ordusu, 9 Ocak'ta İnönü mevzilerine kadar ilerledi. Ancak Türk Ordusu'nun savunması karşısında ileri gidemeyeceklerini anlayarak, 11 Ocak 1921 sabahı İnönü mevzilerinden çekilmek zorunda kaldı. Birinci İnönü Muharebesi düzenli ordunun ilk zaferi olduğundan Kuva-yi Milliye'den düzenli orduya geçiş hızlanmış, halkın yeni kurulan orduya güveni artmıştır. Bu başarı bütün dünyanın dikkatini çekmiş; İtilaf Devletleri, 26 Ocak 1921'de Osmanlı Devleti'nin Londra'ya bir heyet göndermesini ve bu toplantıda Ankara Hükümeti'nden de temsilci bulundurulmasını istemişlerdir. 


Ayrıca 20 Ocak 1921'de, ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilmiştir. 


Birinci İnönü zaferinden sonra İtilaf Devletleri Sevr Antlaşması'nda Türklerin yararına bir değişiklik yapılmasını görüşmek için Londra’da bir konferans toplanmasına karar vermişlerdir. 21 Şubat - 12 Mart 1921 tarihleri arasında yapılan konferansta, Türkler yararına bir sonuç çıkmamış, mücadele devam etmiştir. Yunanistan, Londra Konferansı bitmeden, Anadolu’da yeni bir saldırı yapmak üzere hazırlıklara başlamıştır. 23 Mart 1921 günü sabah erken saatlerde, 3. Yunan Kolordusunun Batı Cephesinden, 1. Yunan Kolordusunun da Güney Cephesinden ileri harekete geçmesiyle muharebeler başlamıştır. 23 Mart - 1 Nisan 1921 arasında meydana gelen İkinci İnönü Muharebesi tekrar Türk Kuvvetlerinin zaferiyle sona ermiştir. Bu zaferden sonra Fransızlar Zonguldak'tan, İtalyanlar da Güney Anadolu'dan askerlerini çekmeye başlamıştır. 


16 Mart 1921'de Türkiye - Sovyetler Birliği Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. 16 Mart 1921 tarihli Türk - Sovyet Dostluk Antlaşması, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin Batıya karşı durumunu kuvvetlendirmiştir. Moskova Antlaşması ile Sovyetler, Sevr Antlaşması'nı geçersiz sayıyor, Misak-ı Milli'de belirtilen sınırlar içinde Türkiye'yi tanıyordu. Kars, Ardahan, Artvin Türkiye'ye; Batum Gürcistan'a; Nahçıvan Azerbaycan'a bırakılıyordu. Ayrıca Sovyet Rusya, TBMM'nin tanımayacağı hiçbir antlaşmayı tanımayacaktı. Bu antlaşmayla Türk - Rus sınırı çizilmiş ve Kapitülasyonların kaldırılması Sovyet Rusya tarafından kabul edilmişti. Moskova Antlaşması TBMM Hükümeti'nin dış politikada kazandığı bir zaferdir. Bu anlaşmayla Türkiye'nin doğu sınırı çizilmiştir. Sovyet Rusya'dan alınan mali ve askeri yardım Milli Mücadele'nin kazanılmasında ve her iki devletin ortak düşman kabul ettikleri Batılı devletlerle yapılan mücadelede önemli bir rol oynamıştır. 


10 Mayıs 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisinde "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu" kurulmuş, ertesi gün Mustafa Kemal, genel heyet toplantısında grup başkanlığına seçilmiştir. 


Kütahya - Eskişehir Muharebeleri

İnönü Savaşları'nda savunma taktiği uygulayan Türk Ordusu, Aslıhanlar - Dumlupınar çarpışmalarında ise henüz saldırı gücüne ulaşamadığını göstermişti. Bu durumdan yararlanmaya karar veren Yunan Ordusu İnönü, Eskişehir, Afyon ve Kütahya arasındaki çizgide yer alan Türk mevzilerine yüklenerek buraları işgal etmek ve Ankara'ya kadar ilerlemek istiyordu. Takviye birliklerle iyice güçlenen Yunan Ordusu 10 Temmuz 1921'den itibaren saldırıya geçti ve 20 Temmuz'a kadar yaptıkları saldırılarla Türk Ordusunu geri çekilmeye zorladı. Mustafa Kemal Paşa, Türk Ordusunun Sakarya Irmağı'nın doğusuna kadar çekilmesini emretti. Böylece vakit kazanılacaktı. Bu savaşlar sonunda Eskişehir, Kütahya, Afyon gibi büyük stratejik bölgeler elden çıktı. TBMM'de moral bozukluğu yaşandı ve sert tartışmalar meydana geldi. Ancak Yunan Ordusu büyük ateş ve silah üstünlüğüne rağmen, Türk Ordusunu yok edememişti. Türk Ordusu, güvenli bir şekilde Sakarya'nın doğusuna çekilmişti.


Kütahya - Eskişehir Muharebeleri sonrasında Türkiye Büyük Millet Meclisi içinde iktidara, yani Mustafa Kemal Paşa'ya karşı tepkiler artmaya başladı. Bu muhalefeti yöneltenler ordunun başına geçmesi için Mustafa Kemal Paşa'ya baskı yapmaya başladı. Gerçek niyetleri ise Paşa'yı Ankara'dan uzaklaştırmak ve Enver Paşa'nın iktidarını sağlamaktı. Mustafa Kemal Paşa, 4 Ağustos 1921 günü TBMM'de yaptığı konuşmayla başkomutan olmayı kabul ettiğini ancak başkomutanlığın faydalı olabilmesi için TBMM'nin ordu ile ilgili yetkilerini üç ay süreyle kendisinde toplayacak bir kanun çıkartılması gerektiğini açıkladı. Paşa'nın başkomutanlığını isteyenlerin bu şekilde hayalleri suya düşürülmüş oldu. 5 Ağustos 1921 günü oy birliği ile çıkartılan yasa ile Mustafa Kemal Paşa, TBMM Orduları Başkomutanlığı'na getirildi.


Sakarya Meydan Muharebesi


Mustafa Kemal Paşa, Başkomutanlığa geçmesinin hemen ardından yayınladığı Tekalif-i Milliye Emirleri ile halkı ordunun donatılması için seferberliğe çağırdı. 12 Ağustos'ta Polatlı'da teftiş yaparken attan düştü ve kaburga kemiği kırıldı. 23 Ağustos - 13 Eylül 1921 tarihlerinde yapılan Sakarya Meydan Muharebesi'nde Yunan Ordusunun hücum gücü tükendi. Türk Ordusu ani bir taarruzla Yunan Ordusunu Sakarya Nehri'nin doğusundan çıkarmayı başardı. 26 Ağustos 1921'de Başkomutan Mustafa Kemal, birliklere şu tarihi emri vermişti: 


"Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır (Savunma hattı yoktur, savunma alanı vardır.). O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada yeniden düşmana cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya mecburdur." 


Bu zaferden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'yı oy birliğiyle "Mareşal" rütbesine terfi ettirdi ve "Gazi" unvanı verdi. 

Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra, 13 Ekim 1921'de TBMM Hükümeti ile Güney Kafkas Cumhuriyetleri arasında Kars Antlaşması imzalandı. Böylece Türkiye'nin doğu sınırı tamamen güvenlik altına alındı. Fransa ise TBMM Hükümeti ile 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması'nı imzaladı. Bu antlaşma ile Fransa TBMM Hükümeti'ni tanıdı ve Hatay - İskenderun dışında, Türkiye'nin bugünkü güney sınırı çizildi. Antlaşma sayesinde güney cephesi güvenli duruma geldiğinden buradaki Türk birlikleri de Batı Cephesi'ne kaydırıldı. İtalyanlar ise, Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra Güney Ege ve Akdeniz bölgelerinde tutunamayacaklarını anlayarak 1921 yılı sonuna kadar işgal ettikleri yerlerden çekildi. Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında İngiltere de Ankara'yı tanıyarak TBMM ile, 23 Ekim 1921 tarihinde tutsakların serbest bırakılması konusunda antlaşma yaptı. 

Mustafa Kemal Paşa’ya geniş yetkilerle ve üç ay süreyle Başkomutanlık veren kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 5 Ağustos 1921 günkü oturumunda kabul edilmişti. Bu Kanun daha sonra birinci defa 31 Ekim 1921’de, ikinci defa 4 Şubat 1922'de, üçüncü defa 6 Mayıs 1922’de üçer ay süre ile uzatıldı. TBMM'de 20 Temmuz 1922 tarihinde, Başkomutanlığın süresiz olarak Mustafa Kemal'in üzerinde kalması kabul edildi.


Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi* 


1922 yılının Haziran ayı ortalarında, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçme kararını almıştır. Asıl amaç; yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktır. Büyük Taarruz ve bu taarruzu taçlandıran Başkomutanlık Meydan Muharebesi, Türk Kurtuluş Savaşı’nın son safhasını ve zirvesini teşkil etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 3 yıl 4 aylık süreçte Türk milletini ve ordusunu adım adım hedefe taşımıştır. 


Büyük bir gizlilik ve titizlikle hazırlanan taarruz planı 26 Ağustos sabahı uygulamaya konuldu. Sabah saat 05.30'da Türk topçu ateşiyle taarruz başladı. 30 Ağustos günü Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nde bir gün içinde Yunan Ordusunun büyük bir bölümü imha edildi. 31 Ağustos'ta Mustafa Kemal Paşa komutanlarını karargahında toplayarak kaçabilen Yunan kuvvetlerinin hızlı bir şekilde takip edilmesini ve İzmir ile civarındaki kuvvetleriyle birleşmemesi için üç koldan Ege'ye doğru ilerlenmesini emretti. 1 Eylül günü Başkomutan Mustafa Kemal bir bildiri yayımlayarak ordulara şu emrini verdi: 


"Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü, yiğitlik ve yurtseverlik kaynaklarını yarışırcasına esirgemeden vermeye devam eylemesini isterim. Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!"


Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk Kocatepe'de   

Türk Ordusu 2 Eylül’de Uşak’ı geri aldı. Burada Yunan Ordusu Başkomutanı Trikupis esir edildi. 9 Eylül'de Türk süvarileri İzmir'e girdi. 18 Eylül 1922'ye kadar yapılan Takip Harekatıyla tüm Batı Anadolu’daki Yunan birlikleri sınır dışına çıkarıldı. Büyük Taarruz o güne kadar, yaklaşık 200 yıldan beri Türk Ordusunun zaferiyle sonuçlanan ilk taarruz savaşıdır. Türklerin kesin zaferi ile sonuçlanmıştır. Türk Ordusunun kazandığı bu başarı, Mudanya Ateşkes Antlaşması’na giden süreci başlatmıştır. 

İzmir Karşıyaka'da Mustafa Kemal'in kalması için yakınları Yunanların elinde esir olan bir baba - oğul evlerini hazırlamıştır. Bu evde daha önce Yunan Kralı Konstantin de kalmış, eve merdivenlerde ayakları altına serilen Türk bayrağını çiğneyerek girmiştir. Bu kez baba - oğul merdivenlere Yunan bayrağını sermiştir. Mustafa Kemal Paşa eve girecekken "Lütfedin, bu karşılıkla bu lekeyi silin!" denilmiştir. Mustafa Kemal Paşa da "O, geçmişse hata etmiş; bir milletin onuru olan bayrak çiğnenmez, ben onun hatasını tekrar etmem. Bayrağı kaldırın yerden." diyerek bayrağı kaldırtmıştır. 


"Büyük Zafer"den iki yıl sonra 30 Ağustos 1924 tarihinde Mustafa Kemal Paşa, Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni sevk ve idare ettiği Zafertepe’de, Büyük Zafer’in önemini şu şekilde ifade etmiştir: 


"Hiç şüphe etmemelidir ki, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleri burada atıldı. Ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçuşan şehit ruhları, devlet ve cumhuriyetimizin ebedi muhafızlarıdır..."  


Mudanya Ateşkes Antlaşması 


Büyük Taarruz'dan sonra Mudanya Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasıyla savaş sona ermiştir. Antlaşma 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanmıştır. Antlaşma TBMM, İngiltere, Fransa ve İtalya arasında imzalanmıştır. Yunanistan görüşmelere katılmamış, İtalya vekaleten onları temsil etmiştir. Bu antlaşmanın hükümlerine göre Türk ve Yunan orduları arasındaki savaş bitmiştir. Doğu Trakya TBMM'ye teslim edilmiş ve barış antlaşması imzalanana kadar TBMM'nin burada en fazla 8000 kişilik bir jandarma kuvvetini bulundurmasına onay verilmiştir. Boğazlar ve İstanbul, TBMM Hükümeti'nin yönetimine bırakılmıştır. Barış antlaşması yapılana kadar İtilaf Devletleri'nin İstanbul'da kalması karara bağlanmıştır. 


1 Kasım 1922'de Hilafet ve Saltanat birbirinden ayrılmış, Saltanat kaldırılmıştır. Saltanatın kaldırılmasıyla beraber Osmanlı Devleti resmen sona ermiştir. 


Lozan Barış Antlaşması 


Mudanya Ateşkes Antlaşması'ndan sonra barış görüşmelerinin yapılması için tarafsız bir ülke olan İsviçre'nin Lozan şehri seçilmiştir. Türkiye'yi İsmet İnönü temsil etmiştir. Konferans 20 Kasım 1922 günü toplanmış ve anlaşmazlık sonucu 4 Şubat 1923'te görüşmeler kesilmiştir. 23 Nisan 1923'te görüşmeler tekrar başlamış ve 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması imzalanmıştır. Lozan Antlaşması'nda 20 Ekim 1921'de Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması'ndaki güney sınırı aynen korunmuştur. Irak sınırı çizilememiş ve 9 ay zarfında çözülmesi kararlaştırılmıştır. Meriç Nehri Yunanlarla olan sınır kabul edilmiştir. Karaağaç ve çevresi savaş tazminatı olarak Türkiye'ye verilmiştir. Ege Denizi'ndeki Bozcaada ve İmroz Türkiye'ye verilmiş, Yunanların elinde kalan Anadolu'ya yakın adaların silahsızlandırılmasına karar verilmiştir. Kapitülasyonlar tamamen kaldırılmıştır. 1845'ten Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar olan Osmanlı İmparatorluğu'nun borçları sermaye üzerinden yeniden hesaplanarak azaltılmıştır. Borçlar Osmanlı Devleti'nden ayrılan devletlere gelirlerine orantılı olarak bölüştürülmüştür. Türkiye'nin, borçları Türk parası veya Fransız frangı üzerinden ödeme teklifi kabul edilmiştir. Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlardan serbest geçiş sağlanmış, Boğazlar Komisyonu kurulmuş, Boğazlar ve civarının askersiz hale getirilmesi sağlanmıştır. İstanbul'da yaşayan Rumlarla Batı Trakya'da yaşayan Türkler hariç Türkiye'deki bütün Rumlarla Yunanistan'daki bütün Türklerin yer değiştirmesi onaylanmıştır. Böylece Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlanmıştır. Bu antlaşma ile Sevr Antlaşması yürürlükten kalkmış, Türkiye Lozan Antlaşması temelleri üzerine kurulmuştur. 


9 Eylül 1923'te "Halk Fırkası" kurulmuş, 11 Eylül 1923'te Mustafa Kemal, Halk Fırkası Genel Başkanlığına seçilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk tarafından "Halk Fırkası" adıyla kurulan partinin adının başına 1924'te "Cumhuriyet" sözcüğü eklenmiş, 1935'teki 4. Kurultay'da bugünkü "Cumhuriyet Halk Partisi" adı benimsenmiştir. 

13 Ekim 1923'te Ankara başkent ilan edilmiştir.


Cumhuriyet'in İlanı* 


Gazi Mustafa Kemal, egemenliğin ulusa dayandığı bir sistem olan cumhuriyet yönetiminin ilanı için hazırlıklar yapmaya başlamıştı. 28 Ekim 1923 akşamı yakın arkadaşlarını Çankaya'da yemeğe çağırmış ve "Efendiler, yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz!" demiştir. 


29 Ekim 1923 günü Mustafa Kemal, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan "Cumhuriyet" önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne vermiştir. Meclis önergeyi kabul etmiştir ve böylece Türkiye Devleti'nin yeni yönetim biçimi "Cumhuriyet", yeni ismi "Türkiye Cumhuriyeti Devleti" olarak belirlenmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. 
TBMM, 29 Ekim 1923'teki cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra üç defa daha (1927, 1931, 1935) Mustafa Kemal Atatürk'ü cumhurbaşkanlığına seçmiştir.


Cumhuriyette, Atatürk'ün de söylediği gibi, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Millet, kendini yönetme yetkisini, kendilerini temsil eden milletvekilleri aracılığı ile kullanır. Cumhuriyet yönetiminde, yurttaşların seçme ve seçilme hakkı vardır. Seçilen temsilciler, yasaları tasarlar ve yöneticileri millet adına denetler. Millet, seçimle yöneticileri seçebilir.

29 Ekim 1923 tarihinde, devletin yönetim biçiminin cumhuriyet olarak ilan edilmesi, aynı gece atılan 101 pare top ile kutlanmıştır. 


21 Kasım 1923'te Gazi Mustafa Kemal'e Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile yeşil - kırmızı şeritli "İstiklal Madalyası" verilmiştir.


Devrimler ve Siyasi Olaylar 


3 Mart 1924'te Halifelik kaldırılmıştır. Halifeliğin kaldırılması devletin laikleştirilmesi yolunda yapılmış siyasi bir devrimdir. Osmanlı hanedanı üyeleri vatandaşlıktan çıkarılarak yurt dışına sürülmüştür. 


Yine 3 Mart 1924'te Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birliği) Kanunu kabul edilmiştir. Türkiye’de eğitim alanında reform yapabilmek; millilik, laiklik, modernlik esaslarını uygulayabilmek için eğitim kurumlarının birleştirilmesine ihtiyaç duyulması sebebiyle hazırlanan kanun, ülkenin eğitim işlerinde çok başlılığın kaldırılmasını sağladı. 


Cumhuriyet'in ilanı ve hilafetin kaldırılmasında sonra yeni Türkiye'nin yeni bir Anayasa'ya ihtiyacı ortaya çıkmıştır. TBMM'de yapılan çalışmalar ve müzakereler sonunda, 20 Nisan 1924'te Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilerek yürürlüğe konulmuştur. Bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokrasi prensiplerine değer verdiğini gösteren, tarihi gelişmelerin sonucu olarak hazırlanan ve gerçek hayatın ihtiyaçlarına cevap veren bir Anayasa'dır. 1924 Anayasası'nın ruhunda ve mantığında Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi teşkilatı, demokrasi esasına dayanır. Memlekette hakimiyetin, gerçek ve tek sahibi, Türk milletidir. Milletin dilekleri, fikir ve arzuları, tek bir organda, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde toplanır ve bu mecliste de, millet iradesi seçim yolu ile gerçekleşmektedir. 1924 Anayasası, 1921 Anayasası’nın aksine yargı kuvvetini Meclise vermemiş, bağımsız mahkemelere bırakmıştır. Sonuç olarak 1924 Anayasası genel nitelikleriyle milli ruh ve ihtiyacın ifadesi, tarihi ve sosyal akışların bir sonucu olmuştur. 


Cumhuriyetin ilanından sonra, Milli Mücadele'yi başlatan beş kişilik kadronun Mustafa Kemal Paşa dışındaki dört üyesi (Rauf Bey, Kazım Karabekir Paşa, Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa) muhalefete geçerek, 17 Kasım 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdular. 1925 Mart'ında çıkan Genç Hadisesi (Şeyh Sait İsyanı, Doğu İsyanı) üzerine sıkıyönetim ilan edilerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk'ta, Terakkiperver Fırka kurucularını cumhuriyet düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan kışkırtıcılığı ve vatan hainliği ile suçlamıştır. 


25 Kasım 1925'te Şapka Kanunu kabul edildi. Bu kanunla TBMM üyelerine ve devlet memurlarına şapka giyme mecburiyeti getirildi ve Türk halkı da buna aykırı bir davranıştan men edildi. 


30 Kasım 1925'te tekkelerin, zaviyelerin ve türbelerin kapatılması kanunu TBMM'de kabul edildi ve 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bu kanun, Allah ile kul arasına giren istismarcıların işine son verdiği ve vicdanlara yapılan dinsel baskıyı ortadan kaldırdığı gibi, Türk toplumunun birlik ve beraberliği ile toplumsal dayanışmasının önündeki engeli de ortadan kaldırmıştır. 


Osmanlı Devleti'nde kullanılan saat, takvim ve ölçüler, Avrupa'daki devletlerden değişik olduğundan, sosyal, ticari ve resmi ilişkileri zorlaştırıyordu. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde farklılığı gidermek için bazı çalışmalar yapılsa da yetersizdi. Cumhuriyet döneminde bu sıkıntıları gidermek için çalışmalara başlandı. 26 Aralık 1925'te çıkarılan bir kanunla Hicri ve Rumi takvimlerin yerine Miladi Takvim kabul edildi ve 1 Ocak 1926'dan itibaren kullanılmaya başlandı. Bunun yanı sıra güneşin batışına göre ayarlanan alaturka saat yerine, çağdaş dünyanın kullandığı saat sistemi örnek alındı. Bir gün 24 saate bölünerek günlük hayat düzenlendi. 


17 Şubat 1926 tarihinde İsviçre Medeni Kanunu'ndan tercüme edilip düzenlenerek oluşturulan Medeni Kanun kabul edilmiş ve 4 Ekim 1926'da yürürlüğe girmiştir. Bu kanunla Türk aile hayatı yeniden düzenlenmiş; tek kadınla evlilik, resmi nikah esası getirilmiş, miras konusunda eşitlik sağlanmıştır. 1 Mart 1926 tarihinde 1889 İtalyan Zanerdelli Kanunu örnek alınarak hazırlanan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu TBMM tarafından kabul edilerek yürürlüğe konulmuştur. 


Eski İttihatçılar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasından sonra, iktidara gelebilmek için tek yolun Mustafa Kemal'i öldürmek olduğuna karar verdiler ve suikast planları hazırlamaya başladılar. Suikast için en uygun yerin İzmir olduğuna karar verildi. Mustafa Kemal'in İzmir'e geleceği 16 Haziran 1926 günü suikastı yapmaya karar verdiler. Plana göre suikast, Başoturak'la Yemişçarşısı'ndan gelen sokakların, Kemeraltı'ndaki Hükümet Caddesi'yle birleştiği yerde yapılacaktı. Bu noktada Mustafa Kemal'in otomobili dönemeç nedeniyle yavaşlayacak, önce Laz İsmail ile Gürcü Yusuf tabancaları ile ateş edecek, gerekirse bomba da kullanacaktı. İlk saldırı başarısız olursa Ziya Hurşit de arkadan ateş edecekti. Sonra kalabalığa karışıp otomobile binecek ve Giritli motorcu Şevki'nin motoruyla Sakız Adası'na kaçacaklardı. Ancak suikastı planlayanlardan Sarı Efe Edip'in İstanbul'a gitmesi ve Mustafa Kemal'in bir gün gecikmesi nedeniyle motorcu Şevki, İzmir Valisi'ne giderek Mustafa Kemal'e bir ihbar mektubu yazdı. Aynı gün Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf ve Çopur Hilmi yakalandı. Sarı Efe Edip ve Aleaddin Bey de İstanbul'da yakalandı. İzmir'de kurulan İstiklal Mahkemeleri'nde 13 kişi idama mahkum edildi. 


Daha sonra İstiklal Mahkemeleri Ankara'ya geldi. Eski Maliye Nazırı Cavit Bey, Doktor Nazım, eski Ardahan milletvekili Hilmi, İttihat ve Terakki'nin sorumlu sekreterlerinden Nail Bey idama, bazı İttihatçılar ise on yıl hapse mahkum olmuştu. Yurt dışında bulunan Rauf Orbay 10 yıl sürgüne mahkum edilmişti. Soruşturmalarda suçsuz olduğu anlaşılan Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy serbest bırakıldı. Giritli motorcu Şevki'ye de 6500 lira mükafat verildi. 


Mustafa Kemal Atatürk, 1927 yılında askerlikten Mareşal rütbesiyle emekli olmuştur. 1927'de kabul edilen Cumhuriyet Halk Fırkası Tüzüğü ile Atatürk partinin "değişmez genel başkanı" ilan edildi ve milletvekili adaylarını seçme yetkisi, kaydı, hayatı boyunca kendisine tanındı. 15 - 20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara'da toplanan Chf ikinci kurultayında Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan "Nutuk"u* okudu. Kurtuluş Savaşı'nın Gazi'nin bakış açısıyla anlatımını içeren Nutuk, Türkiye Cumhuriyeti'nin Milli Mücadele'ye ilişkin resmi görüşünün esasını oluşturur ve Milli Mücadele'yi Mustafa Kemal Paşa ile birlikte başlatan ve yürüten askeri ve siyasi şeflere karşı (Rauf, Karabekir, Refet Bele, Mersinli Cemal Paşa, Cafer Tayyar Eğilmez, "Sakallı" Nurettin Paşa, Celalettin Arif Bey vb.) bir tartışma konusu niteliği de taşır. Atatürk, Nutuk'un sonunda "Gençliğe Hitabesi"ni okumuş ve Cumhuriyet'i Türk gençliğine emanet etmiştir. 


Gençliğe Hitabesi... 

20 Ekim 1927, Ankara... 

"Ey Türk gençliği! 

Birinci görevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti'ni sonsuza kadar korumak ve savunmaktır.


Varlığının ve geleceğinin tek temeli budur. Bu temel, senin en değerli hazinendir. Gelecekte de, seni bu hazineden yoksun bırakmak isteyecek iç ve dış düşmanların olacaktır. Bir gün, bağımsızlık ve cumhuriyeti savunma zorunluluğuna düşersen, göreve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanak ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanak ve koşullar çok elverişsiz bir nitelikte görünebilir. Bağımsızlık ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmemiş bir zaferin temsilcisi olabilirler. Zorla ve aldatmacayla sevgili vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve ülkenin her köşesi fiili olarak ele geçirilmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acıklı ve daha korkunç olmak üzere, ülkenin içinde iktidara sahip olanlar aymazlık ve sapkınlık ve hatta hainlik içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, kişisel çıkarlarını istilacıların siyasi emelleriyle birleştirebilirler. Ulus, yoksulluk ve sıkıntı içinde yorgun ve bitkin düşmüş olabilir.


Ey Türk geleceğinin evladı! İşte, bu durum ve koşullar içinde bile görevin, Türk bağımsızlık ve cumhuriyetini kurtarmaktır! 


Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" 

Atatürk Nutuk'u okuyor

10 Nisan 1928 tarihinde yapılan değişiklikle Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan "Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır." hükmü çıkarılmıştır. Ayrıca milletvekillerinin yeminlerindeki "vallahi" kelimesi "namusum üzerine söz veririm" ifadesiyle değiştirilmiştir. Yine Meclisin görevleri arasında yer alan "dinsel hükümlerin yerine getirilmesi" hükmü Anayasa'dan çıkartılmıştır. Bu değişikliklerle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik bir devlet olması amaçlanmış ve laik devlet anlayışına yönelinmiştir. 1937 yılında laiklik ilkesi Anayasa'ya girmiştir. 

1928 yılında milletler arası rakamlar kabul edildi. 1931 yılında çıkarılan bir kanunla önceden kullanılan arşın, endaze, okka gibi ölçü birimleri kaldırılarak, bu ölçülerin yerine uzunluk ölçüsü olarak metre, ağırlık ölçüsü olarak kilo kabul edildi. Yapılan değişikliklerle ülkede ölçü birliği sağlandı.


1 Kasım 1928'de, Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni Türk harflerinin kabulüne ilişkin kanunu kabul etti. Kanunun kabulünden sonra halka okuma yazma öğretmek amacıyla Millet Mektepleri kuruldu. 24 Kasım 1928'de Atatürk, Millet Mektepleri Başöğretmeni olarak ilan edildi. 


12 Ağustos 1930'da İsmet Paşa'nın hükümetine alternatifleri sunmak amacıyla çok partili demokratik hayata kavuşmak için Gazi Mustafa Kemal Paşa, yakın arkadaşı Fethi Bey (Okyar)'e Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdurmuş ve kız kardeşi Makbule Hanım (Boysan, Atadan)'ı, çocukluk ve okul arkadaşı Nuri Bey (Conker)'i partiye üye yaptırmıştır. Ancak 17 Kasım 1930'da gericilerin partiyi kullanmaları korkusu ve partinin Mustafa Kemal'i hedef almasından dolayı partiyi feshetmiştir. 


Bu demokrasi denemesinden önce, ordunun siyasete müdahale etmesinin demokrasiye zarar verebileceğini düşünerek Askeri Ceza Kanunu'nu (22 Mayıs 1930 tarih ve 1632 Sayılı Kanun) meclisten geçirmiştir. Bu kanunun 148. maddesine ordu mensubunun siyasi toplantılar ve gösterilere katılmasını, siyasi partiye üye olmasını, siyasi maksatlarla şifahi telkinlerde bulunmasını, siyasi makale yazmasını ve siyasi nutuk söylemesini yasaklayan hükmü koydurmuştur. 


23 Aralık 1930 günü sabahı Menemen’de şeriat istediklerini belirten bir grup eyleme geçmiştir ve topladıkları insanlarla beraber belediye binasının önüne kadar gelmiştir. Olayı haber alan jandarma, grubu dağıtmak için Yedek Subay Mustafa Fehmi Kubilay, emrindeki bir müfrezeyi bölgeye göndermiştir. Eylemciler arasından açılan ateş neticesinde Kubilay yaralanmış ve cami avlusuna doğru koşmaya başlamıştır. Cami avlusunda açılan ikinci el ateş sonucu yere düşmüştür. Daha sonra eylemciler bıçakla Kubilay'ın başını kesmiştir. Bu sırada alaydan yetişen kuvvetler bölgeye gelmiştir ve eylemcilerin ateş açması üzerine çatışma çıkmıştır. Eylemcilerden Mehdi Mehmet, Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet ölü, Emrullah oğlu Mehmet Emin yaralı olarak ele geçirilmiştir. Olayın ertesinde sıkıyönetim ilan edilmiş ve yapılan yargılamalarda 32 kişi idama, 73 kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. 


"Yurtta Barış, Cihanda Barış" ilkesi ilk defa, Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı olarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün 20 Nisan 1931’de seçim dolayısıyla millete beyannamesinde dile getirilmiştir: 


"Cumhuriyet Halk Fırkasının müstakar umumi siyasetini şu kısa cümle açıkça ifadeye kafidir zannederim: Yurtta sulh, cihanda sulh için, çalışıyoruz."


Atatürk’ün talimatıyla Türk Tarih Kurumu kurulmuştur. Türk tarih ve medeniyetini araştırmak amacıyla oluşturulan Türk Tarihi Tetkik Heyeti 4 Haziran 1930 tarihinde ilk toplantısını yapmış ve yönetim kurulunu seçmiştir. 29 Mart 1931 tarihinde Türk Ocakları’nın 7. Kurultayı’nda kapatılma kararı alınmasından sonra, 12 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti ismiyle yeniden örgütlenmiş ve çalışmalarına devam etmiştir. Kurumun adı 1935 yılında Türk Tarihi Araştırma Kurumu olarak daha sonra ise Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilmiştir. 


Yine Atatürk'ün talimatıyla 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. 1934 yılında yapılan kurultayda cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936'daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olarak değiştirilmiştir.


21 Haziran 1934’te Soyadı Kanunu kabul edilmiştir. Soyadı Kanunu'na göre her Türk, kendi adından başka, ailesinin ortak olarak kullanacağı bir soyadına sahip olacaktı. Bu soyadları Türkçe olacak, ahlaka aykırı ve gülünç adlar soyadı olarak alınamayacaktı. Soyadı Kanunu’nun kabulünden sonra 24 Kasım 1934 tarihinde TBMM tarafından, Mustafa Kemal’e "Atatürk" soyadı verilmiştir. 1935'te, Soyadı Kanunu'ndan sonra kendisine çıkarılan nüfus cüzdanlarından ikincisinde, Arapça bir ad olan Kemal'i, milliyetçi tavrı doğrultusunda eski Türkçe'de "büyük kale" anlamına geldiği iddia edilen "Kamâl" adıyla değiştirdi. 1934 ve 1935'te çıkarılan iki nüfus cüzdanına da Mustafa adı yazılmadı. 


26 Kasım 1934 tarihinde çıkarılan kanunla; Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır. 


3 Aralık 1934’te çıkarılan "Bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair kanun" ile hangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar, ruhanilerin mabet ve ayinler haricinde ruhani giysi taşımaları yasaklanmıştır. Hükümet her din ve mezhepten uygun göreceği tek bir ruhaniye mabet ve ayin haricinde ruhani kıyafetini taşıyabilmek için müsaade verebilecektir.


Kadınlara 1930 yılında yerel, 1934 yılında ise genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. 1930 yılından itibaren çıkarılan bir dizi yasa ile önce Belediye seçimlerine katılma, sonra köylerde muhtar olma, ihtiyar meclislerine seçilme hakkı tanınan kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakları, 5 Aralık 1934’te Anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan yasa değişikliği ile tanındı.  


1935 yılında çıkarılan bir kanunla, cuma günü olan hafta tatili yerine cumartesi öğleden sonra ve pazar günü hafta tatili olarak belirlenmiştir. 


"Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık" ilkeleri 10 Mayıs 1931 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın programında yer almış, 5 Şubat 1937’de ise Anayasa'ya girmiştir. 


29 Ekim 1933'te Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin onuncu kuruluş yıldönümü nedeniyle yaptığı konuşmada (10. Yıl Nutku) ülkenin kuruluş temelini ve gelecek vizyonunu yalın bir dille tüm dünyaya ve Türk milletine anlatmıştır...  


10. Yıl Nutku'ndan... (Tamamı için tıklayınız...


29 Ekim 1933, Ankara...


"Türk milleti!

Kurtuluş Savaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. 


Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu, en büyük bayramdır. Kutlu olsun!

Bu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın, en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.

Yurttaşlarım!

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan, Türkiye Cumhuriyeti'dir.

Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. 

Milli kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. 

Türk milletinin karakteri yüksektir. 

Türk milleti çalışkandır. 

Türk milleti zekidir.

Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir.

Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.

Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir.

Türk milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını, daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

Ne mutlu Türk'üm diyene!"  


Atatürk Cumhuriyet'in 10. yıl kutlamalarında

Güzel Sanatlar 

Türk tarihi ve dili üzerine yapılan çalışmalar, ulusal kültürümüzün doğmasına büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Güzel sanatlar alanında yapılan çalışmalar ile bu konudaki eksikliklerin tamamlanması düşünülmüştür. Mustafa Kemal Atatürk, 10. Yıl Nutku'nda "Yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir." sözleriyle bu konudaki çabaları desteklemiştir. Çünkü sanat ve daha somut biçimiyle güzel sanatlar, uygar olmanın işareti olup, düşünce hayatının can damarı ve kültürlü insan yetiştirmede en önemli eğitim araçlarından biridir. Bu nedenle, güzel sanatlar alanında yapılacak atılımların kültürel kalkınmanın ve çağdaşlaşmanın bir parçası olacağını düşünen Atatürk, güzel sanatlardaki başarıyı inkılapların başarısıyla eş tuttuğundan "Devlet Güzel Sanatlar Akademisi"ni kurmuştur. Bu akademide "Türk Sanat Tarihi Enstitüsü" açılmıştır. Resim, heykel ve diğer sanat dallarında sanatçılar yetiştirilmeye başlanmıştır. 1937 yılında ise İstanbul’da "Resim ve Heykel Müzesi" açılmıştır. Atatürk’ün sanat dalları içinde en çok üzerinde durduğu dal ise müzikti. Bu konuda Atatürk düşüncesini şu şekilde dile getirmiştir: 


"Hayatta musiki lazım mıdır? Hayatta musiki lazım değildir; çünkü hayat musikidir. Musiki ile ilgisi olmayan varlıklar insan değildirler. Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise musiki mutlaka vardır. Musikisiz hayat, zaten mevcut olamaz. Musiki hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir." 


Ekonomi 


Atatürk, cumhurbaşkanlığı döneminde, sadece bürokratların değil tüm vatandaşların mülkiyet hakkını tanımış ve 1923 - 1938 döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %7,5 oranında büyüyerek Türkiye'nin GSMH'si dünya toplamının binde 3,62'sinden binde 6,52'sine yükselmiştir. Atatürk'ün döneminde Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerinden biri olmuştur. 


17 Şubat - 4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir'de Türkiye İktisat Kongresi toplanmıştır. Yapılan bu kongre Lozan görüşmelerine ara verildiği sırada gerçekleşmiştir. Bu kongrede iktisadi gelişme ve yükselme için köklü bir program yapılacağı, ancak bu programın düzenlenmesinde önce iktisatla ilgili olanların bir araya toplanacağı, bunların alacağı kararların programı oluşturacağı ifade edilerek çiftçi, tüccar, amele (işçi), sanayici, banka, şirket temsilcilerinin toplanacağı açıklanmıştır. 1923 Türkiye İktisat Kongresi'nde Mustafa Kemal, ne devletçi ne de özel sermayeye dayalı herhangi bir hazır reçete öneriyordu. Çözüme varmak için bir arayış içine girilmiş, dışarıdaki çeşitli deneyimler incelenip içerideki tartışma ve gelişmeleri değerlendirerek sonuca gidilmek istenmiştir. 17 Şubat 1923'te toplanan Türkiye İktisat Kongresi'nin açılış konuşmasında Mustafa Kemal, ekonomik bağımsızlığın önemine dikkat çekmiştir. Kongrede alınan kararlar özetle şöyledir: Ham maddesi yurt içinde yetişen sanayi dalları kurulmalı; küçük imalattan hızla fabrika üretimine geçilmeli; özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalı; devlet iktisadi alandaki yerini almalı ve özel sektörün gerçekleştiremediği yatırımlar devlet eliyle yapılmalı; ulaşımın önemi gözetilerek demiryolu inşaatı programa bağlanmalıdır. 


Tarım alanında da önemli kararlar alınmıştır. 1923 - 1929 yılları tarımsal üretim bakımından "altın yıllar" olarak değerlendirebilir. Savaş koşullarında % 50 dolaylarında üretim düşmeleri gözlenen başlıca ürünlerde savaş öncesi üretim hacmine 1923'ü izleyen bir iki yıl içinde ulaşılmıştır. Bu olumlu gelişmede tarıma dönük olumlu politikaların, fiyat ve vergi değişkenleri yoluyla çiftçiler lehine kaynak yaratan uygulamalar belirleyici olmuştur. Çiftçinin durumunun düzeltilmesi için devlet gelirlerinde düşme görüleceğinin bilinmesine rağmen 17 Şubat 1925'te Aşar Vergisi kaldırılmış, yerine binde 6'lık bir vergi konmuştur. Tarım 1923 - 1929 yıllarında ana sürükleyici sektör olmuş ve savaş yıllarından sonra ekonominin yeniden inşası esas olarak tarım sektörünün dinamizmi sayesinde gerçekleşmiştir. Bir sonraki dönem olan 1929 - 1939 arası ise bilindiği gibi dünya ekonomik bunalımı ile çakışmaktadır. Fakat dünyada ve ülkede yaşanan bu olumsuz ekonomik koşullara rağmen, tarım sektörü, (sanayinin gerisinde kalmakla birlikte) pozitif bir gelişme kaydetmiştir. 


Sanayi alanında hükümet ilk iş olarak yabancı girişimlerini satın almaya başlamıştır. Fabrika kurmak isteyen Türk müteşebbislere sermaye temin etmek için 26 Ağustos 1924'te İş Bankası kurulmuştur. Böylece devlet desteğindeki İş Bankası sanayileşme hareketinin öncüsü olmuştur. Sanayileşme alanında atılan en önemli adım 1927'deki "Teşvik-i Sanayi Kanunu"nun 28 Mayıs 1927'de 15 yıllığına yürürlüğe konulmasıdır. Özel sermayeyi sanayileşme alanına çekebilmek için yürürlüğe giren bu kanun, sanayicinin yatırım yapabilmesi için özendirici tedbirler içermekteydi. Sanayinin teşvik gördüğü bu devrede, dünya ekonomik bunalımı (1929 - 1932) yılları sanayileşme hareketini yavaşlatmıştı. Bir tarım ülkesi olan Türkiye, bunalımdan daha az zarar görmüş olmakla beraber dışa sattığı ham madde fiyatlarındaki düşme, üreticinin korunmasını gerekli kılmış ve devlet sanayide olduğu kadar tarım alanında da koruyucu tedbirler almak zorunda kalmıştır. İşte 1929 - 1939 arasındaki dönem, "Türk mucizesi"nin gerçekleştiği dönem olmuştur. Bu yıllarda dünya ekonomisi büyük bir buhran içine sürüklenirken Türkiye ekonomisi dışa kapanmış devlet eliyle bir milli sanayileşmeyi başarmıştır. 


Türkiye, Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra yabancı sermayesine karşı olmadığını açıkça ifade etmiştir. Ancak hükümet, Avrupa'nın sanayileşmiş devletlerinin yapacağı yardımın tek yanlı ve pek kuşkulu nitelikte bir yardım olacağından endişe ediyordu. Bu endişenin nedeni o güne kadar yabancı sermayenin Türkiye'deki faaliyetlerinin yanlışlığıydı. Bunun yanı sıra Osmanlı borçları konusunda alacaklıların davranışları da önemliydi. Nihayet borçlar meselesi 23 Haziran 1928'de halledilmiş ve ödenmesine başlanmıştı. Alacaklıların başında Fransa, İngiltere ve Hollanda geliyordu. Bu dönemde makineleşme konusunda Sovyetler'den; demiryolu yapımı konusunda ise Almanya'dan faydalanılmıştır.


Mali politikada denk bütçe ve düzgün ödeme ilkelerini benimsemiş olan hükümet para politikasında sağlam para politikasını benimsemiştir. Atatürk'ün: "Maliyemiz milli paranın istikrarını muhafaza prensiplerini tam bir sadakat ve muvaffakiyetle takip ve tatbik etmektedir." sözleri bunun açık ifadesidir.  


Dış Politika 


Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı dönemindeki dış politika konularının başlıklarını Musul sorunu, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi, Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girişi, Balkan Antantı, Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Sadabat Paktı ve Hatay Sorunu oluşturmaktadır.


Atatürk dış politikasında gerçekçi davranmıştır. Atatürk dış ilişkilerde dinamik ve gözü pektir; ama maceracı değildir. Atatürk dış politikada kendisini hangi ilkenin yönettiğine dair "Biz kendimizi bilen kimseleriz. Olmayacak isteklerimiz yoktur." cümlelerini söylemiştir. Atatürk İslamcılık ve Turancılık akımlarının zararlı boyutlarına karşı Misak-ı Milli ile çizilmiş olan sınırlarda kalınmasını benimsemiştir. 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nı Atatürk dış politikada belirleyici bir unsur olarak tutmuş, bu antlaşmada çizilen Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları büyük ölçüde (Hatay sorunu dışında) belirleyici olarak saptanmış, ekonomi açısından Lozan'ın kaldırdığı kapitülasyonlardan taviz verilmemiştir. Atatürk'ün Lozan'ı temel almasının önemi geçen zaman içinde bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır; çünkü Birinci Dünya Savaşı’nın mağlupları arasında yer alan bir ulusun çizdiği kavramlar o dönemden bugüne yürürlükte olan tek antlaşma olarak durmaktadır.


Atatürk’ün sağlam kişiliğinin ve kararlı mizacının damgasını vurduğu ve tamamen milli bir karakter taşıyan dış politika uygulamaları günümüz için örnek alınacak pek çok temel niteliğe sahiptir. Orta öğretimden itibaren askeri terbiye gören ve savaşlara katılan Atatürk, askerlik sonrası hayatında barışın idamesine uğraşmıştır. Ayrıca bu yolda örnek tutum ve davranışlar sergilemiştir. Bunları Atatürk’ün: "Bizim kanaatimizce beynelmilel siyasi güvenliğin gelişmesi için ilk ve en mühim şart milletlerin hiç olmazsa barışı koruma fikrinde samimi olarak birleşmesidir." sözünde açıkça görebiliyoruz. 


Musul Sorunu 


Lozan Antlaşması sırasında Türkiye - Irak sınırı çizilmemişti. Musul - Kerkük bölgesinde zengin petrol yataklarının bulunması İngiltere başta olmak üzere birçok ülkenin dikkatini çekiyordu. Zengin petrol yataklarının bulunduğu bölge, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanması sırasında İngiltere tarafından işgal edilmişti. Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesinden sonra Irak'ta İngilizlere bağlı bir yönetim kurulmuş, bu ülke İngiliz mandası altına alınmıştı. Musul, nüfusunun çoğunun Türk olması sebebiyle Misak-ı Milli dahilindeydi. Ancak İngilizler zengin petrol yataklarının bulunduğu bölgeyi bırakmaya yanaşmıyorlardı. Lozan Barış Antlaşması sırasında bu konuda bir sonuç alınamamış, sorunun daha sonra Türkiye ve İngiltere arasında çözülmesine karar verilmişti. 1924 yılında görüşmelere başlanmış fakat sonuç alınamamıştır. Daha sonra sorun Milletler Cemiyeti'ne götürülmüştür. 1924 yılının Ekim ayında toplanan Milletler Cemiyeti de Türkiye - Irak sınırını çizmiş ve Musul bölgesini Irak tarafında bırakmıştır. 13 Şubat 1925'te ise Şeyh Sait İsyanı çıkmıştır. 15 Nisan'da tamamen bastırılan ayaklanma İngilizlerin işine yaramıştır. Kurtuluş Savaşı'ndan yeni çıkan Türk Ordusu hırpalanmış, Musul - Kerkük üzerine askeri harekat yapma imkanı ortadan kalkmıştır. Bu durumda Türkiye, 5 Haziran 1926 tarihinde İngilizlerle imzalanan Ankara Antlaşması gereğince bazı maddi çıkarlar karşılığı, Milletler Cemiyeti'nin öngördüğü sınırı kabul etmiştir. 


Türk - Yunan İlişkileri 


Atatürk, Türk - Yunan yakınlaşması için 1930 yılında Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos'u Türkiye'ye davet ederek Milli Mücadele'nin düşmanı Yunanistan'la barışın temellerini attı. Türkiye - Yunanistan Nüfus Mübadelesi kapsamında, 1923 yılında Lozan Antlaşması'na ek protokol uyarınca Türkiye'deki Rumların Yunanistan'a, Yunanistan'daki Türklerin Türkiye'ye zorunlu göçüne karar verilmiştir. Türkiye'de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada'da, Yunanistan'da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Değişimin çok büyük bir bölümü 1923 - 1924 yıllarında gerçekleşmiş, ancak geriye kalan az sayıda olayda 1930 İnönü - Venizelos sözleşmesine dek zorunlu göç uygulamasına devam edilmiştir. 


Milletler Cemiyeti 


Türkiye 13 Nisan 1932 tarihinde yapılan Cenevre Silahsızlanma Konferansı’nda Milletler Cemiyeti ile işbirliği yapmaya hazır olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine İspanya ve Yunanistan Türkiye’nin Milletler Cemiyeti'ne kabul edilmesini teklif etmiştir. Türkiye’nin barışçı siyasetini gözlemleyen Milletler Cemiyeti bu teklifi 6 Temmuz 1932'de genel kurulda oy birliği ile kabul etmiştir. Türkiye 18 Temmuz 1932'de bu cemiyete üye olmuştur. Milletler Cemiyeti'nin yerini 1945 yılından itibaren Birleşmiş Milletler almıştır. 


Balkan Antantı 


Balkan Anlaşma Yasası, 9 Şubat 1934 tarihinde Atina'da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında imzalanan anlaşmadır. 1933’te Almanya’da Nazi Partisi'nin iktidara gelmesi, İtalya’nın Akdeniz’de ve Balkanlar'da genişleme çabası ve Avrupa devletlerinin silahlanma yarışına girmesi dünya barışını tehdit etmeye başladı. Bu gelişmeler sonucunda Balkan devletleri arasında bir yakınlaşma meydana geldi. 14 Eylül 1933 tarihinde Ankara'da Türkiye ile Yunanistan Arasında İçten Anlaşma Yasası, 17 Ekim 1933 tarihinde Ankara'da Türkiye ile Romanya arasında Dostluk, Saldırmazlık, Hakemlik ve Uzlaştırma Antlaşması, 27 Kasım 1933 tarihinde Belgrad'da Türkiye - Yugoslavya Dostluk, Saldırmazlık, Yargısal Çözüm, Hakemlik ve Uzlaştırma Antlaşması imzalandı.


Montrö Boğazlar Sözleşmesi 


Lozan Konferansı'nda Türkiye ve İtilaf Devletleri arasında Boğazlar rejimiyle ilgili Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştı. 1923 yılında imzalanan anlaşmanın tarafları İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Sovyetler Birliği ve Türkiye’dir. Bu sözleşme sayesinde savaş ve barış zamanında ticaret ve savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi serbest olacaktı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmasıyla birlikte Avrupa'da birçok siyasi değişiklik oldu. Boğazların herhangi bir saldırıya karşı korunmasını üstlenen devletlerden İtalya, Habeşistan'a saldırdı. Japonya ise kendi isteğiyle Milletler Cemiyeti’nden ayrıldı. Dünya barışının korunması için toplanan konferanslar neticesiz kalmış, tüm devletler silahlanmaya başlamıştı.


Siyasi ortamın bozulduğunu gören Atatürk, Boğazlar meselesini kesin olarak çözmeye karar verdi. Türk Hükümeti, Milletler Cemiyeti’ne başvurarak Lozan Antlaşması'ndaki Boğazlara ait hükümlerin değiştirilmesini talep etti. Bunun üzerine İsviçre'nin Montrö şehrinde bir konferans toplanmış ve 20 Temmuz 1936'da Türkiye, İngiltere, Fransa, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Japonya ve Sovyetler Birliği arasında Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştır. Konferansa katılmamış olan İtalya daha sonra 2 Mayıs 1938'de Boğazlar Sözleşmesi'ne katılmıştır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nde şöyle maddeler bulunuyordu: Boğazlar kayıtsız şartsız Türk hakimiyetine bırakılacak. Savaş zamanında, Türkiye savaşan değilse, savaş gemileri belirli koşullar dahilinde, Boğazlar'dan tam bir geçiş ve ulaşım özgürlüğünden yararlanacaklardır. Savaş zamanında, Türkiye savaşan ise, savaş gemilerinin geçişi konusunda Türk Hükümeti tümüyle dilediği gibi davranabilecektir.


Sadabat Paktı 

İtalya'nın doğu ülkelerini hedef alan istila politikası nedeniyle Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, 8 Temmuz 1937'de İran'da Sadabat Sarayı'nda imzalanmıştır. Devletler antlaşma ile dostluk ilişkilerini sürdüreceklerini, Milletler Cemiyeti Paktı ve Briand - Kellog Paktı'na bağlı kalacaklarını, birbirinin iç işlerine karışmayacaklarını, birbirlerine saldırmayacaklarını, ortak çıkarlarıyla ilgili konularda birbirlerine danışacaklarını ve sınırlarının korunmasına saygı göstereceklerini belirtmişlerdir. 


Hatay Sorunu 


Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra İskenderun Sancağı, Suriye’den Anadolu’ya ilerleyen Fransızlarca işgal edilmiştir. Böylece, birçok yerde olduğu gibi, Hatay’da da bir Milli Mücadele cephesi oluşmuştur. 


20 Ekim 1921'de, Fransa ile imzalanan, Ankara Antlaşması’nın 7. maddesine göre İskenderun, Suriye sınırları içerisinde kalacak; burada özel bir idare kurulup, Türk kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanılacaktır, resmi dil Türkçe olacak ve Türk parası geçerli olacaktır.


1923'te imzalanan Lozan Antlaşması’nda ise Suriye ile Türkiye arasında çizilen sınıra göre Hatay, Türk sınırları dışında kaldı.


1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran anlaşmada İskenderun Sancağı hakkında hiçbir hüküm yer almıyordu. Fransa, Suriye’den çekilirken, sancak üzerindeki yetkilerini Suriye’ye terk etmekteydi. Türk Hükümeti durumu kabul etmedi. Cenevre’deki Milletler Cemiyeti toplantısında Fransa ile yapılan görüşmeler netice vermeyince 9 Ekim 1936’da Fransa’ya resmi bir nota vererek, Suriye’ye yapıldığı gibi İskenderun Sancağı’na da bağımsızlık verilmesini istedi. Atatürk, 1 Kasım 1936 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmasında: "Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir mesele, hakiki sahibi öz Türk olan, İskenderun - Antakya ve çevresinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve kesinlikle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda, tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatini bilenler ve hakkı sevenler, alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler." diyordu. Fransız büyükelçisi ile olan bir konuşmasında ise: "Hatay benim şahsi davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz." dedi. 27 Ocak 1937’de Cenevre’de toplanan Milletler Cemiyeti, Hatay’ın bağımsızlığını kabul etmiş ve bir seçimle nüfus çoğunluğunun tespit edilmesine karar vermiştir. Atatürk’ün Hatay’ı silah zoruyla alabileceğini düşünen Fransızlar askeri bir anlaşma yapmayı istediler ve bu anlaşma yapıldı. Anlaşma ile Hatay’da tarafsız bir seçim kabul edilerek, bunun için de bir kısım asker gücünün Hatay’a girmesine karar verildi. Kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk birlikleri, Hatay’a girdi. 13 Ağustos’ta seçimler yapıldı ve Meclis çoğunluğunu Türkler kazandı. Böylece bağımsız Hatay Cumhuriyeti 12 Eylül 1938’de kuruldu. Bu Cumhuriyet ise, 30 Haziran 1939’da Türkiye’ye katılma kararını aldı. 


Trakya Manevraları 


İtalya'da Benito Mussolini'nin, Almanya'da ise Adolf Hitler'in iktidara geldikten sonra saldırgan bir şekilde silahlanmaları ve Avrupa kıtasında yeniden toprak paylaşımı peşinde koşmaları İkinci Dünya Savaşı'nın yaklaşması şeklinde değerlendiriliyordu. Bunun üzerine Atatürk hem silahlı kuvvetleri savaş durumuna hazırlamak hem de olası tehditlere bir gözdağı vermek için 1937 yılında Trakya Manevraları'nı düzenlemeye karar vermiştir. Kırklareli, Tekirdağ ve Edirne illerini kapsayan tatbikata 200 bin asker katılmıştır. Senaryoya göre Meriç Nehri boyunca saldıran hayali düşman kuvvetleri Kıyıköy, Vize'den çıkartma yapan birliklerce desteklenmiş ve Türk birliklerine saldırmıştır. Tatbikata Bulgaristan, Fransa, Irak, İngiltere, İran, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya askeri temsilcileri katılmıştır. 


Özel Hayatı 


Atatürk, özel hayatında sadelik içinde yaşadı. Annesi Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923'te İzmir'de vefat etti. 29 Ocak 1923'te İzmir'de Latife Hanım'la evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine kadar sürdü. Atatürk'ün manevi evlatları: Abdurrahim TuncakZehra AylinRukiye ErkinNebile İrdelpSabiha GökçenAfet İnanMustafa Demir ve Ülkü Adatepe'dir. Atatürk, manevi evlatlarına iyi bir gelecek hazırladı. 1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kız kardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı.


Mustafa Kemal Atatürk ve Latife Hanım

Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi severdi. Tavla ve bilardo oynamak hoşuna giderdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine ilgi duyuyordu. "Sakarya" adını verdiği atına ve köpeği "Foks"a çok değer verirdi. Bir yaveri zengin bir kitaplık oluşturan Atatürk'ü boş zamanlarında elinden tarihle ilgili kitapları düşürmeyen biri olarak anlatır. Başka meselelerle ilgilenmek yerine gereğinden fazla tarihi kitap okuyor olmasına bozulan bir politikacının ona "Kitap okuyarak mı Samsun'a çıktın?" demesi üzerine Atatürk: "Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım." yanıtını verir. Çankaya Köşkü'nde sık sık devlet adamlarının, sanatçıların, bilim adamlarının, dostların davet edildiği, ülke sorunlarının da konuşulduğu akşam yemekleri verilirdi. Temiz ve düzenli giyinmeye önem verirdi. Doğayı çok severdi. Sıkça Orman Çiftliği'ne gider, modern tarıma geçiş amacıyla yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. İleri derecede Fransızca ve az Almanca biliyordu. Atatürk sık sık yurt içinde gezilere çıkarak, devlet çalışmalarını yerinde denetlerdi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verirdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını, komutanlarını ve yetkililerini ağırlardı.

Atatürk ve Birleşik Krallık Kralı VIII. Edward

Atatürk'ün "Nutuk"un yanı sıra "Geometri (1937), Vatandaş İçin Medeni Bilgiler (1930), Takımın Muharebe Talimi (1908, Almancadan çeviri)" gibi kendi yazdığı eserleri bulunmaktadır. 44 sayfalık Geometri kitabına boyut, uzat, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek, kesit, yay, çember, teğet, açı, açıortay, iç ters açı, dış ters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, dikey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, köşegen, eşkenar, ikiz kenar, paralel kenar, yamuk, artı, eksi, çarpı, bölü, eşit, toplam, orantı, türev, alan, varsayım gibi terimler Atatürk tarafından türetilip konmuştur. 

Vefatı 


Atatürk'ün sağlık durumu 1937 yılından itibaren bozulmaya başladı. Kendisine 1938 yılı başlarında siroz teşhisi konuldu. Avrupa'dan doktorlar getirildi. Mehmet Kamil Berk 15 Ekim 1938 tarihinden onun ölümüne değin hekimliğini yapanlardan biriydi. Kötüleşen sağlığı Türk ve yabancı doktorların tedavilerine sonuç vermedi.


Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938 Perşembe sabahı saat 09.05'te İstanbul Dolmabahçe Sarayı'nda hayatını kaybetti. Cenazesi büyük bir törenle Ankara'ya uğurlandı ve Atatürk 21 Kasım 1938 günü Ankara'da yapılan büyük bir törenle Ankara Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrine konuldu. Bundan 15 yıl sonra da 10 Kasım 1953'te kendisi için yaptırılan "Anıtkabir"deki ebedi istirahatgahında toprağa verildi. Atatürk’ün naaşı, şeref holünde tek parça mermerden yapılan mozolenin tam altında yer alan sekizgen odanın içinde hazırlanan mezarda, İslami kaidelere uygun olarak, dualarla "vatan toprağı"na defnedildi. O zaman altmış yedi olan bütün vilayetler ile Kıbrıs’tan getirilen ve harmanlanan vatan toprağı büyük "Ata"sını kucakladı. Bugün bu vilayet toprakları ile sonradan vilayet olan yerlerden getirilen toprakların numuneleri birer vazo içerisinde, Atatürk’ün mezarının etrafını süslemektedir. 


Anıtkabir

Vasiyeti 

Mustafa Kemal Atatürk vasiyetnamesini, 5 Eylül 1938 Pazartesi sabahı kendi el yazısıyla yazmıştır. Vasiyetnamesini yazdıktan bir gün sonra notere vermeyi uygun görmüştür. Vasiyetnamenin içeriği şöyledir:


"Malik olduğum bütün nukut ve hisse senetleriyle Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi’ne atideki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum:

1) Nukut ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.

2) Her seneki nemadan, bana nisbetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule’ye ayda 1000, Afet’e 800, Sabiha Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki 100'er lira verilecektir.

3) Sabiha Gökçen’e bir ev de alınabilecek ayrıca para verilecektir.

4) Makbule’nin yaşadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.

5) İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.

6) Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil kurumlarına tahsis edilecektir." 


Atatürk İlkeleri 


1. CumhuriyetçilikCumhuriyet, egemenliğin halkta olduğu devlet yönetimi demektir. Cumhuriyet, demokrasinin bir uygulama şekli olup, halkın kendi kendini yöneterek, yönetimde söz sahibi olduğu rejim demektir. Cumhuriyetçilik ise devlet yönetiminde cumhuriyetin bulunması demektir. Atatürk Cumhuriyet için, "Cumhuriyet, Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idaredir." ifadesini kullanmıştır. Cumhuriyet yönetimi 1923 yılından itibaren anayasaya eklenmiştir ve anayasanın birinci maddesidir. Anayasanın ikinci maddesinde de cumhuriyetin nitelikleri belirtilmiştir. İkinci maddede "Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir." yazmaktadır. Atatürk demokratik cumhuriyeti benimsemiştir. Bununla ilgili olarak "Demokrasinin tam ve en belirgin şekli cumhuriyettir." demiştir. Aynı zamanda Atatürk, Cumhuriyet'i Türk gençliğine emanet ederek ülkenin sürekli yenileşme ve çağdaşlaşma içinde olmasına çalışmıştır. 


"Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." (1926)  


2. Milliyetçilik: Atatürk'e göre millet, geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı vatana sahip, aralarında dil, kültür ve duygu birliği olan insanlar topluluğudur. Atatürk'ün tanımladığı milliyetçilik, din ve ırk ayrımı gözetmeksizin, ulus tanımını dil, kültür ve siyasi birliktelik değerlerine dayandıran milliyetperverlik anlayışıdır. 


"Milli hedefler, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, bütün milletin arzularının, emellerinin birleşmesinden ibarettir." (1923) 


3. Halkçılık: Halkçılık ilkesi, ulusal egemenliği ön planda tutar ve demokrasiyi benimser. Devlet, vatandaşın refah ve mutluluğunu amaçlar. Vatandaşlar arasında iş bölümü ve dayanışmayı öngörür. Ulusun devlet hizmetlerinden eşit bir şekilde yararlanmasını sağlar. Atatürk’ün halkçılık ilkesinden anlaşılan, toplumda hiçbir kimseye, zümreye ya da herhangi bir sınıfa ayrıcalık tanınmamasıdır. Herkes kanun önünde eşittir. Halkçılık ilkesine göre, hiçbir kimse başkalarına karşı din, dil, ırk, mezhep veya ekonomik açıdan üstünlük sağlayamaz. 


"Bunu bir kelime ile ifade etmek lazım gelirse, diyebilirim ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir." (1923)


4. Devletçilik: Devletçilik, ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin düzenlenmesi ve özel sektörün girmek istemediği veya yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara devletin müdahale etmesini öngörür. Atatürk’ün devletçilik ilkesi, Türk toplumunun ulaşmak istediği çağdaş ve modern bir düzen için gerekli olan ekonominin güçlendirilmesi ve ulusallaştırılmasıdır. Devletçilik ilkesine göre, devlet ekonomiyle ilgili olarak doğrudan doğruya müdahale yapabilir. Ekonomik teşebbüsler sadece devlet tarafından yapılmayacak, özel teşebbüslere izin verilecek fakat hiçbir özel teşebbüs devlet kontrolünden ve teftişinden çıkamayacak. 


"Memlekette her çeşit üretimin artırılması için, özel teşebbüsün devletçe gerekli görüldüğünü önemle vurguladıktan sonra diyebiliriz ki, devlet ve özel teşebbüs birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısıdır." (1929) 


5. Laiklik: Laiklik, devletin vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde inançlara göre ayrım yapmaması ve ayrıca, herhangi bir inancın, özellikle de bir toplumda egemen olan inancın, aynı toplumda azınlıkların benimsediği inançlara baskı yapmasını önlemesi demektir. Diğer bir tanımlamayla da devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir ki devlet düzeninin, eğitim kurumlarının ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasını amaçlar. Ayrıca, din işlerini kişinin vicdanına bırakarak bireyin din özgürlüğünü koruyabilmesini sağlar. Laiklik, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. 


"Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse hiçbir kimseyi, ne bir din, ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olamaz." (1930) 


6. İnkılapçılık: İnkılapçılık (Devrimcilik), Türk ulusunun çağdaşlaşması yolunda yapılan Atatürk devrimlerinin benimsenmesi, geliştirilmesi ve her türlü tehlikelere karşı korunmasıdır. Bu ilke, seçkinciliği açıkça yansıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren Türk milliyetçisi bir inkılapçılık anlayışıdır. Kemalist Devrimcilik anlayışının iki yanı bulunur. Birinci yanı, eski düzenin geçerliliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinimlerini karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama Kemalizm, bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda sürekli olarak yeniliklere, değişimlere açıklık biçiminde anlatmakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır. Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını inkılapçılık ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ama onun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin bilincindeydi. Bu nedenledir ki, Atatürkçülüğün kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına karşıydı. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini biliyordu. İşte bu nedenledir ki, İnkılapçılık ilkesi, aynı zamanda bir "Sürekli Devrimcilik" anlayışını da yansıtmaktadır. En ilerici kurumlar bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin bekçiliği ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm'in sürekli devrimcilik anlayışının temel sebebi budur.  


"Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen yeni ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir sosyal toplum haline ulaştırmaktır. Devrimlerimizin asıl ilkesi budur." (1925)  


* Atatürk'ün politikaları ve teorileri "Kemalizm" olarak adlandırılır. 

Atatürk Tarafından Kurulan Önemli Kurumlar 

Anadolu Ajansı (1920) 

Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti (1920)
Çocuk Esirgeme Kurumu (1921)
Diyanet İşleri Başkanlığı (1924)
İş Bankası (1924)
Anadolu Sigorta (1925)
Ankara Hukuk Fakültesi (1925)
Orman Çiftliği (1925)
Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası (1925)
Devlet İstatistik Enstitüsü (1926)
Devlet Demiryolları ve Limanları İdare-i Umumiyesi (1927)
Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü (1928)
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (1931)
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (1931)
Halkevleri (1932)
Türk Dili Tetkik Cemiyeti (1932)
Devlet Havayolları (1933)
Sümerbank (1933)
Ziraat Okulları ve Yüksek Ziraat Enstitüsü (1933)
Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi (1935)
Elektrik İşleri Etüd İdaresi (1935)
Etibank (1935)
Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (1935)
Türkiye Şeker Fabrikaları (1935)
Türkkuşu (1935) 

4. Chp Kurultayı'ndan... 


9 Mayıs 1935, Mustafa Kemal Atatürk'ün katıldığı son kurultay... 


"Kurultayın sayın üyeleri,


Karşılarında bulunmakla haz duyduğum delege arkadaşlarımı selamlarken; yüce ulusumuzu saygı ile anarım. 


Bu anda, bundan önceki Kurultayları ve Partimizi doğuran ilk Sivas Kurultayını - ki, dış ve iç düşmanların süngüleri altında kurulmuştur - hatırlamak, geçen on altı yılın bütün hadiselerini göz önüne getirmeyi kolaylaştırır.


Uçurum kenarında yıkık bir ülke... 


Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar... 


Yıllarca süren savaş... 


Ondan sonra, içerde ve dışarda saygı ile tanınan, 


Yeni Vatan, yeni Sosyete, yeni Devlet! 


Ve bunları başarmak için arasız, devrimler... 


İşte, Türk* genel devriminin bir kısa diyemi..." 




  

Kaynak: Nutuk
http://www.ata.tsk.tr
https://www.tbmm.gov.tr
Wikipedia